Uzak ülkelerdeki kahve plantasyonlarında yakıcı güneş altında binlerce yari çıplak insan milyarlarca kahve çekirdeği elde etmek için çalışıyor, çaballyor.
Sonra elde edilen bu kahve gemilere yükleniyor.
Gemiler binlerce fersah mesafeyi aşıyor.
Sonra kahve çuvalları Konstantinopolis"te karaya çıkarılıyor.
Sonra kahve öğütülüyor.
Sonra kavruluyor.
Sonra kahvehanelere getiriliyor.
Pişiriliyor ve sadece bir fincan kahve eşliğinde iş konuşabilen konuklara servis ediliyor.
Sonra bu işlerden hiçbir halt çıkmıyor.
Yorgun ve buğulu gözler, Tanrı’nın üstümüze öttüğü karanlık perdenin ardını seçmeye uğraşıyordu. Bu nasıl bir karanlıktı?
Şafaktan önceki mi? Yoksa gecenin, yalnızlığın ve umutsuzluğun habercisi olan akşam karanlığı mı?
Düğünde acı acı gözyaşı döküyor… E, haklı ama! Tek başına bile yüzüp kurtulmanın kolay olmadığı fırtınalı denizlere el ele verip balıklamasına dalan akılsız bir çifte acımaktan doğal ne var?
Gülme filinin ruhunun izbe bir köşesine çöreklenip kalmış dehşetin bir emaresi oldu gerçeğini... doğrusuna bakılacak olursa bunun ciddi şekilde tedirgin hisseden birinin kendi kendisini aslında öyle hissetmediğine inandırmak için verdiği uğraş sırasında dayanak tuttugu basmakalıp tepkilerden yalnızca biri olduğu gerçegini idrak etmekten uzaktı halbuki.
İlk İnsan katlettiği gün kardeşini
Keder dolu dünya dönmeye başladı,
Ve bilirim ki, o günden beri
İnsanın İnsana koyduğu tüm Kanunlar,
Tıpkı bir meşum rüzgar gibi,
Taneyi savurup, samanı tutar.
Onu böylesine sarsan her şeyi,
Böyle feryat ettiren bütün elemi,
Sonsuz pişmanlıklarını, döktüğü onca teri,
Kimse bilmez benim bildiğim gibi: Çünkü,
Birden fazla hayat yaşayanı
Birden fazla ölüm bekler.
Ne ellerini ovuşturdu, ne gözyaşı döktü,
Ne etrafına bakındı, ne hasretle bitap düştü,
Yalnızca havayı içine çekti, sanki
Havada bir şifa, bir derman varmış gibi;
Öylece ağzını açtı ve içti güneşi
Güneş sanki şarapmış gibi!