Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Omer Demiraslan

Omer Demiraslan
@Byboonus
Sıkı Okur
Ne halim varsa görmekle meşgulüm...
Mühendis
Ege Üniversitesi
İzmir/Edirne
Edirne
29 okur puanı
Eylül 2018 tarihinde katıldı
Hayat boştur biraz kin biraz ümit ve sonra Allahaısmarladık Hayat kısadır biraz hayal biraz aşk ve sonra Allahaısmarladık
Reklam
Çankaya Köşkü'nde halktan yalıtılmış şekilde yaşamaktan hiç hoşlanmıyordu, zamanla "duyarsızlaşmak tan korkuyordu. Bu endişesini dile getirirken Harbiye yıllarından örnek verirdi: "Harbiye'de öğrenciyken okulun sobaları yanmazdı, bütün kış titreşir dururduk, sonunda bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için temsilci seçtiler, izin aldık, müdürün huzuruna çıktık, Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamıydı, önce padişaha sonra müdüre dualarımızı sunduk, sonunda amaca geldik, işi anlatmak istedik, müdür daha ilk cümlede kükredi, 'ne soğuğu be nankörler, padişahımızın nimeti gözünüze dursun, görmüyor musunuz sobalar gürül gürül yarıyor, defolun' diye bağırdı, hakikaten müdürün odasındaki sobalar gürül gürül yanıyordu, buram buram terliyordu, bütün okulun sobaları böyle yanıyor zannediyordu... Sanırım biz de bu Çankaya Köşkü'nde bazen Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatıyoruz!"
Konunun ehemmiyeti gayet açık!!
Nüfus 13 milyondu, 11 milyonu köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu.30 bin köyde cami yoktu. Traktör sayısı sıfırdı, biçerdöver sayısı sıfırdı. Ayçiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu. Ekmeklik un ithaldi, pirinç ithaldi. Bütün memlekette

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Kıtalararası merak yaratmıştı... 10 bin kilometre uzakta New York yakınlarındaki Elmira şehrinde yaşayan 10 yaşındaki bir Amerikalı çocuk, cumhuriyetin ilanından bir gün önce Mustafa Kemal'e mektup yazdı. "Gazi Mustafa Kemal Paşa, Angora, Türkiye... Sayın efendim, ben 10 yaşında Amerikalı bir çocuğum, Türkiye ve yeni hükümetine büyük ilgi duyuyorum. Siz ve bayan Kemal hakkında röportajlar okudum. Türkiye hakkında bir defterim var. Şimdiden siz ve bayan Kemal hakkında birçok yazı ve resim topladım. Lütfen bir Amerikalı çocuğa küçük bir not ve imzalı fotoğrafınızı gönderin. Bir gün Türkiye'yi görebileceğimi umut ediyorum, saygılarımla, Curtis LaFrance." Bu mektup 27 Kasım'da Ankara'ya ulaştı. Mustafa Kemal okudu, cevap yazdı. "Mister Curtis LaFrans'a, Ankara... Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alaka ve temenniyatınıza teşekkür ederim. Arzunuz vechiyle bir adet fotoğrafımı leffen (ilişikte) gönderiyorum. Amerika'nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegâne tavsiyem, Türkler hakkında her işittiklerine hakikat nazarıyla bakmayıp, kanaatlarini mutlaka ilm ve esaslı tedkikata (hakkıyla anlayıp, araştırmaya) isnad ettirmeye (dayandırmaya) bilhassa atf-ı ehemmiyet (önem) eylemeleridir. Hayatta nail-i muvaffakiyet ve saadet olmanızı temenni eylerim. Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal." Bu mektubu ve fotoğrafı 75 yıl saklayan Curtis, 85 yaşındayken Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi davetlisi olarak Ankara'ya geldi. Anıtkabir'deki törende konuşurken sesi titriyordu: "1938'te Atatürk'ün öldüğünü duyduğumda 25 yaşındaydım. Niye ağladığımı kimse anlamamıştı."
Şimdikiler ?
Ankara'da kiralık ev yoktu. Zaten para da yoktu. Milletvekilleri öğretmen okulunda 25 kişilik koğuşlar halinde kalıyorlardı. Karyolalar yetmemişti, yer yataklarını bitiştirip yatıyorlardı. Battaniye benzeri örtü ayarlayıp açık arazide, çayırlarda, ağaç altlarında yatanlar bile vardı, çoğu sıtmaya yakalandı. Yemek ciddi sorundu. Adam başı 55'er kuruş toplayıp, tabldot sistemi kurmuşlardı. Bakkalın, manavın malına çökmüyorlar, veresiye talep etmiyorlardı, parasını ödemeden ekmek bile almıyorlardı. Meclis tutanakları dilekçe kâğıtlarının arkasına yazılıyordu. Hatta kese kâğıtlarına bile yazılıyordu. Milletvekillerinin çoğu fiilen cephede vuruşuyordu. Fırsat buldukça Meclis'e geliyorlardı.
Reklam
Telgrafın Telleri
O ilkel şartlarda, iletişim dehasıydı. Telgrafi internet ağı gibi kullanıyordu. Memleketin kılcal damarlarına adeta e-posta gönderir gibi, whatsapp mesajı atar gibi telgraf çekiyordu. Telefon yokken, uydu yokken, resmi dairelerin bile çoğunda elektrik yokken, isimsiz kahraman telgrafçılarımız sayesinde uçan kuştan haberi oluyordu. Kurtuluş Savaşı'nın sonunda "zaferi nasıl kazandınız?" diye soran yabancı gazetecilere "telgrafın telleriyle" cevabını verecekti.
"Kuvayı Milliye, namuslu bir insanın yastığının altındaki tabancaya benzer, namusunu kurtarması için hiçbir ümit kalmadığı anda, hiç olmazsa intihar etmeye yarar" diyordu.
"Size Bomba Sırtı olayını izah etmeden geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metreydi. Yani ölüm muhakkaktı. Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor... İkinci siperdekiler onların yerini alıyordu. Ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık, tevekkül. Öleni görüyor, üç dakikaya öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilen Kur'an-ı Kerim okuyor, bilmeyen Kelime-i Şahadet getirerek yürüyor. Emin olmalısınız ki, Çanakkale işte bu yüksek ruhtur."
Anzak eri Steve Moyle, korku filminden farksız olan "su hatırası"nı şöyle hatırlıyordu: "Mataralarımızı kuyuya sarkıtırdık. Suda hep garip bir tat olduğunu söylerdik. Bir gün istihkâmcılar geldi, kuyudan aşağıya çengellerini salladılar. Çürümüş bir ceset çıkardılar." Çanakkale buydu.
"Tarihteki bütün devrimler, önce aydın kişilerin kafasında fikir halinde doğmuş, zamanla toplumu sarmıştır, bizim Namık Kemal'imiz var, Türk milletinin asırlardır beklediği sesi o verdi" diyordu.
Reklam
... İlk esin kaynağı, ana baba kucağından sonra, okuldaki öğretmenin dilinden, vicdanından, eğitiminden alınır." M. K. Atatürk
Atatürk'ün annesinin mezarının önünde kendine verdiği söz
Annem, bu toprağın altında, fakat, milli hakimiyet ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden tek kuvvet budur. Milli hakimiyet, ilelebet devam edecektir. Annemin ruhuna ve bütün ataların ruhuna, üzerime almış olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim. Annemin mezarı önünde ve Allah'ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hakimiyetin korunması, savunması için, gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız davranmayacağım. Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun."
Laleli Baba
Zamanın dervişlerinden Laleli Baba'nın adını alan bu caminin ilginç bir hikayesi vardır. III. Mustafa bir gün, Laleli Baba'yı çağırır ve sorar: "Hayatta en önemli şey nedir?" Laleli Baba: "Yiyip içtikten sonra tuvalete gidebilmektir." der. Sultan bu cevabı beğenmez. Aradan zaman geçer. Sultan bir hastalığa yakalanır. Yer, içer, ama tuvalete gidemez. Bunun üzerine Laleli Baba'yı çağırır ve ondan dua etmesini ister. Laleli Baba dua edince, sultanın hastalığı geçer. Sultan, Laleli Baba'ya "dile benden ne dilersen!" der. Laleli Baba, yaptırdığı caminin yanına bir de tuvalet yaptırmasını diler. Sultan bu dileği yerine getirir. Böylece Laleli Camii, yanında tuvaleti olan ilk cami olarak tarihe geçer. Ama garip olan şudur ki bu camiyi Sultan III. Mustafa yaptırmasına rağmen halk arasında, Laleli Baba'nın adıyla anılır. Kimse oraya III. Mustafa Camii demez, herkes Laleli Camii der. Sultan Mustafa, 1764 yılında kurduğu bir vakıfla hem caminin hem de yanındaki tuvaletin temizlik ve bakım masraflarının gelirlerini belirler.
Kıssadan Hisse
Devlet gibi düşünmek yeri geldiği vakit nice sevenlerin devlet için birbirlerini feda etmesidir. Sevginin, arkadaşlığın veya dostluğun bir önemi yoktur ve Avcı Mehmet için de öyle oldu. Halk bu başarısızlığın sorumlusu olarak padişahı görmemeli, devlet otoritesi sarsılmaz bir şekilde kalmalıydı. Kendisine idam fermanı giden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın karara hiç itirazı olmadı ve devlet söz konusu ise boynumuz kıldan incedir dedi. Halbuki yenilgi sadece onun suçu değildi, fakat bu mağlubiyetten sorumlu biri gerekliydi. Çadırında ölüm fermanını bekleyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa içeri giren askerleri gördü ve tam teslimiyet içerisinde abdest almak için müsaade istedi ve namazını eda ettikten sonra hazır olduğunu söyledi. Askerlerin elinde getirdiği halıya gözü çarptı. Avcı Mehmet kendisi için, çok sevdiği dostu ve aynı zamanda sadrazamı olan Mustafa Paşa'nın kanı yere akmasın diye infazı sırasında altına serilmesi emrini vermişti. Bunu duyan Merzifonlu, 'Padişahım sağ olsun, devletim baki olsun! Götürün bu halıyı devletin malıdır. Ben devletin malına zerre olsun zarar getirmedim, ona kanım damlamasın. demişti. Şimdi tüyler ürperten bu söz karşısında bugünü bir düşünün istiyorum. Devlet gibi düşünmekten ne kadar yoksun olduğumuzu bir düşünün istiyorum. Hiçlikse, hakikat ise davan, önce Allah'tan sonra kul hakkı yemekten korkarsın. Kaybettiğimiz o kadar değer var ki sözler kifayetsiz kalıyor. İnfaz edilen Kara Mustafa Paşa'nın başı ibreti âlem için götürülürken bir de onu kardeşten öte seven Avcı Mehmet'in halini de bir düşünün. Al-lah ona rahmet, bizleri de ecdadımıza layık eylesin.
Nikah usulü/ Cariye usulü
Osmanlı padişahlarının nikâh usulünden cariye usulüne geçişlerinde, tarihçiler çok izah edemeseler de muhtemelen bir üstünlük psikolojisi de vardır. Yavuz Sultan Selim'den itibaren devletin son derece geniş sınır- lara ulaşmasıyla, Osmanlı padişahlarına kız verebilecek liyakati taşıyan Anadolu'da ne bir Türk beyliği ne de bir Hristiyan prensliği kalmıştı.
Devlet Gibi Düşünmek
İşte ''devlet gibi düşünme''nin bir yönü de bu: İşi ehline vermek ve liyakati her şeyin üstünde tutmak. Bazen demokratik seçimlerde yanılmalar söz konusu olabilir; halk en iyiyi değil de, en kötüyü ya da kötünün iyisini seçebilir.
Reklam
Hakikat..
Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması...içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizdeki şeytan yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...