Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Mustafa Deniz Çakır

Mustafa Deniz Çakır
@Denizckir
“Okuduğumuz kitap bir yumruk gibi tepemize inip bizi uyandırmadıktan sonra neye yarar?”
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
ANKARA
06 - ANKARA, 7 Nisan 1993
653 okur puanı
Haziran 2018 tarihinde katıldı
Kendisine değer verilmemiş bir insan bir başkasına değer veremez. Bunu sonradan öğrenebilmesi de ancak kendisine değer verebilmeye başladıktan sonra işleyebilen iki yönlü bir süreçtir. Bir başka deyişle, insan kendine değer verebildiği oranda başkalarına da değer verir; diğer insanlara gerçek anlamda değer verdiğini hissettikçe kendisini de değerli bulur. Yoksa bir diğer insanı yücelterek kendimizi küçültmek, ne ona ne de kendimize değer vermektir. Üstelik böyle bir durum, değersizlik duygularının gerisinde yatan düşmanca eğilimlerin ve suçluluk duygularının daha da pekiştirilmesine neden olur.
Reklam
Aslında herkesin çocukluk döneminde bir şeyler aksar. Ama insan, duyguların dürüstçe yaşanabildiği bir çevrede yetişebilmişse olumlu duygular gibi olumsuz duygularını da açıkça yaşamayı öğrenebilir, dolayısıyla kendine fazla yabancılaşmaz. Eğer insanlar olumsuz duyguların evrensel olduğunu, reddedilme kaygılarının herkes tarafından yaşanmakta olduğunu ve bunun yalnızca yoğunluk derecesinin önemli olduğunu bilebilselerdi, bu tür duyguların üzerini fazlaca kapatmaz ve gereksiz bi suçluluğu da yaşamazlardı. Ne var ki, çoğu insan böyle duyguları yalnız kendisinin yaşadığı sanısındadır. Öyle ki, bazen birbirini yeni tanıyan iki insan reddedilme kaygılan sonucu birbirlerine yaklaşamazlar; her biri diğerinin kendisini kabul etmeyeceğini düşünür ve aslında gelişebilecek bir ilişki bu nedenle başlatılamaz. O reddetmeden ben reddedeyim kaygısı sonucu yalnız kalan insanların sayısı o kadar çoktur ki!
Bir insanı sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalışmayı da içerir.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Bu kitapta, insanın kendi kendisine tutsak olmasına yol açan kısırdöngülerin oluşum nedenlerine ve yaşanış biçimlerine ağırlık verilmiştir. Çünkü insan, kendisine karşıt düşen davranışlarını nasıl geliştirdiğini göremedikçe, özgür olabilmek için neyi aşması gerektiğini de bilemez. Ancak böyle bir kitabı okumanın davranışlarda doğrudan bir değişiklik yaratacağı beklentisi de bir yanılgıdır. Çünkü insan, çevresini algılarken seçicidir; yalnızca seçtiklerini görür, diğerleri algı alanının dışında kalır. Örneğin, bu kitabı okuyan okuyucu, kendisiyle doğrudan ilgili bazı bölümleri kavramakta güçlük çekebilir ya da okuduklarıyla kendisi arasında hiçbir ilişki kurmayarak, bu özelliklerin çevresindeki bazı insanlarda bulunduğunu düşünebilir. Böylesi bir yadsıma, insanın o davranışını değiştirmeye hazır olmadığının bir göstergesidir. Gerçi bugün edinilen bilgi farkında olmaksızın bizde bir iz bırakabilir ve aradan bir süre geçtikten sonra, edinilen bilgiyle belirli bir davranış alışkanlığımız arasındaki ilişki birden açıklık kazanabilir; ama bu bile kesin bir beklenti olarak değerlendirilmemelidir. Üstelik, bu ilişkiyi fark etmek o davranışın değiştirilebilmesi için yeterli olmaz. Çünkü değişme, "neden" öyle davrandığımızı görebilmekten çok, o davranışı "nasıl" yaptığımızı anında fark edip, aradaki yaşantımızı anlamaya çalışarak gerçekleştirilebilir. Bir insanın bunu tek başına başarabilmesi pek de kolay değildir. Çünkü bu, her şeyden önce bir "niyet" ve "kararlılık" sorunudur.
Bir insanın gerçeklerini anlayabilmek onun geçirdiği evrimin değerlendirilmesini de içerdiğinden, asıl konumuza geçmeden önce ana-baba ve çocuk ilişkilerini genel çizgileriyle gözden geçirmekte yarar görüyoruz.
Reklam
İleri teknolojik düzeye ulaşmış toplumların yaşamakta olduğu kendine özgü sorunlarına karşılık, gelişmekte olan toplumlar da kendi yapılarının özelliklerine göre, dünyanın bu hızlı gidişinden çeşitli biçimlerde etkilenmektedirler. Özellikle, çok kısa bir dönem içinde geleneksel toplum yapısından çağdaş bir topluma dönüşme zorunluluğunun bireyler üzerinde oluşturduğu zorlamalar çeşitli uyum sorunlarına yol açabilmektedir. Ülkemizde gözlemlenen hızlı kentleşme ve yabancı ülkelere göç gibi olgular da Türk toplumu bireylerinin daha önce hiç tanımamış oldukları sorunlarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Bu arada Anadolu'nun da yüzyıllar boyu süregelmiş geleneksel örüntüsü, özellikle son yirmi beş yılda gözlemlenen toplumsal değişmenin hızlı temposu karşısında çözülmeye başlamış ve önceden kestirilemeyecek bir süre için bireyleri, gerekli varsayımlar sisteminden ve geleneklerin sağladığı ortak psikolojik savunma mekanizmalarından kısmen de olsa yoksun bırakmıştır. Ayrıca, çağdaş dünyaya uymayan bazı töreler terk edilirken, toplumun yaşam felsefesini oluşturan bazı temel değer sistemlerinin gereksiz yere mi yitirilmekte olduğu sorusunun da ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Hipiler ortadan kayboldu, ama sanata ve düşünceye yaptıkları etkilerin izleri günümüze dek süregeldi. İnsanlar doğal çevrenin korunması için daha etkin bir çaba göstermeye başladılar. Sürekli olarak geleceğe yönelik tasarımlar yapma yerine içinde bulunulan anı yaşamaya ve değerlendirmeye, düşüncenin yanı sıra duygulara, törensel ilişki biçimleri yerine içten geldiğince davranmaya, başarı kazanmak için sürekli didinmek yerine yakın insan ilişkilerine, ölçülülük yerine olabildiğince yoğun yaşantılara önem verildi. İnsanların başarı hırsıyla kişisel anıtlarını dikmeye uğraşacakları yerde, herkes için daha iyi bir yaşam yaratmaya katkıda bulunmaları gerektiği ve teknolojik gelişmenin insanı insanlıktan çıkarmaya başladığı görüşleri ortaya çıktı. Ama bu görüşlerin çoğu uygulamaya dönüşemedi. Öte yandan, gelişmiş toplumlarda küçümsenemeyecek sayıda bir diğer grup insan da hızlı değişmeye karşı direnerek vaktiyle terk edilmiş bazı değerleri ve inançları yeniden canlandırma çabasına girmiş durumda. Mistisizm, büyücülük, batıl inançlar, ortaçağdakileri andıran tarikatlar ve yıldız falları, özellikle hızlı değişimler karşısında şaşkın ve kendisini yönetmekte güçlük çeken insanlar tarafından benimsenmekte. Bu insanların bazıları o denli yönetilme ihtiyacındadır ki, yakın bir geçmişte bir tarikatın üyeleri, liderlerinin buyruğu üzerine toplu halde intihar etmeyi bile kabul edebilmişlerdi. Ama New York kentinin Grand Central tren istasyonunda para atılarak yıldız falı bakılan bir bilgisayar, teknoloji çağının getirdiği çelişkilere en çarpıcı örneklerden biri olsa gerek.
Dünyamızın sınırlı kaynaklarının doğabilim yasalarına bağlı olmasına karşılık, ekonomi kuralları insanlar tarafından saptanır. Bunun sonucu, aynı zamanda insanların iyi yaşaması için yaratılmış olan doğa da teknolojiye kurban edilmiştir. 1970 istatistiklerine göre, Amerika Birleşik Devletleri halkı yılda sekiz milyon otomobil, otuz ton kâğıt, yirmi altı milyon şişe ve kırk sekiz milyon teneke kutuyu çöplüklere atmaktadır. Uzaya yollanan araçlarla şimdiden stratosferde bir çöplük yaratılmakladır. Hava kirliliğinin dünyanın bazı bölgelerinde iklim değişikliğine yol açtığı bilinmektedir. Hava kirliliğinin insanlarda neden olduğu "çevre hastalıkları" giderek önem kazanmaktadır. Teknolojik gürültünün insan bedeni ve verimliliği üzerinde olumsuz etkileri olduğu saptanmıştır. İnsanları toplu olarak yok etmeyi amaçlayan silahların yapımı ve denenmesi sonucu havada biriken radyoaktivite, cıva, vb. zehirli maddeler besinlerimize de bulaşmış durumdadır. Bu sorunlara bir an önce çözüm yolu bulmanın zorunluluğu ve bu konuda yitirilecek zaman olmadığı görüşlerini tüm bilim adamları paylaşmakta ve insanlar da bu sorunların yarattığı tehlikelerin giderek daha çok bilincine varmaktadırlar. Ne var ki, alınan önlemler henüz yeterli olmaktan uzaktır ve daha önemlisi, teknolojik gelişmeler denetimden çıkmışçasına giderek hızlanmaktadır. Vaktiyle doğayla olan mutlu beraberliğinden kopan insan, onun yerine geçecek ve yaşamına anlam katacak bir başka beraberliği bulamadığı gibi, artık doğaya da geri dönememiş ve umudunu uzaydaki başka dünyalara yöneltmiştir.
Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normaldışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak, normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir.
+1
1974 yılının Eylülü'nde yaptığı bir konuşmada o zamanki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kurt Waldheim, dünyamızın bir "çaresizlik" bunalımı geçirdiğinden söz etmiş, dünyayı egemenliği altına alan ve kaderciliğin eşlik ettiği yaygın ürküntüden duyduğu kaygıyı dile getirmişti. Kadercilik ve uyuşukluk, çevreyle baş edememenin doğal
Reklam
İnsan organizmasının günümüz toplumlarının çığırından çıkmış hızına dayanıklı olup olmadığı bilim adamları tarafından araştırılmış ve çoğu, insanın yenilikleri benimseme yeteneğinin sınırlı olduğu sonucuna varmıştır. Hızlı değişikliklere uyum gösterebilse de, bu değişiklikleri gerçekten özümseyebilmesi için, insanın yeni olaylarla geçmiş arasında
Müslüman düşünürler, Marx'a değişik vesilelerle defalarca atıf yapmışlardır. Bunların, Haçlı-kapitalist kotarimda olmayanları, başka bir ifadeyle, kelimenin gerçek anlamıyla düşünür olanları Marx'ı sadece övmekle yetinmemiş, deyim yerinde ise onu yüceltmişlerdir. Bunların başında yirminci yüzyılın en büyük İslam düşünürü sayılan Muhammed
+1
Sosyalistler, mülkiyet hakkı kullanmada değişik anlayışlara sahiptirler. Ancak bütün sosyalistlerin birleştikleri temel ilke, toplum menfaatinin bireyin menfaatlerinden üstün tutulmasının kaçınılmazlığıdır ki bu noktada İslam’la yüzde yüz bir uyuşum sergiler…
“Onlar, mesela, halkin camilerde namaz kılmasını Ramazan ayında oruç tutmasını, din adamlarına hürmet göstermesini, Ramazan günlerinde yoksullara iftar sofraları hazırlamasını, geçim zorluğu çeken bazı tarım işçilerine bir miktar iane vermesini bir 'dindarlık' göstergesi olarak alıyor, bundan mutluluk duyuyor, bunu yapanın dindarlığını, iyiliğini, kalbinin inceliğini, ‘insancıllığını'(!) övüyorlar, onun zekâtını verdiğine, yoksullara sadaka dağıttığına tanıklık ediyorlar. Ama aynı adamın, kamu hakkı yediğini, toprakta çalışanlara zulmettiğini, onların emekleriyle oluşan servetlere onlarin haklarını gasp ederek el koyduğunu, Allah'ın hakkı olan kamu hakkinı onların ellerinden çekip aldığını hiç önemsemiyorlar. Bu sözde 'dindarlar'ın sefil, sefih ve şerir çocuklarının, eğlence gecelerinden birinde saçıp savurdukları paranın, babaları tarafından yoksullara bütün bir yıl verilen sadakalardan çok daha fazla olduğuna hiç dikkat etmiyorlar."
Kapitalizm kanseri koca bir insanlığı tür olarak kemirirken, hangi kanserden kurtulmak birinci derecede problem olabilir ?
1.765 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.