Felsefe ilerledikçe, geliştikçe, hep daha geniş boşluklar içinde devinmeğe başlar - felsefe yapmada deneyim sahibi olan kişinin edindiği beceri, gittikçe büyüyen bir boşluğun içinde durma, dengesini koruma becerisidir.
Felsefe, felsefe yapan kişinin, kendinin tam bilincinde
olma duygusu ile, kendini sürekli aldatıyor olma
duygusunu, aynı zamanda, birarada yaşadığı bir çabadır.
Felsefede hiçbir şey dolaysız olamaz;
"düpedüz" dile getirilmiş felsefi bir düşünce, olamaz -
çünkü, felsefeyi felsefe yapan, yalnızca, (belki de)
rastlantısal olarak, o tek kişiyi ilgilendiren bir şeyin,
dolaylanarak, her bir kişiyi ilgilendirmesi gereken bir şey
haline getirilmesi değil; aynı zamanda,
o kişinin yaşamındaki ilgi odağından uzaklaştırılarak
"kişisel" niteliğini yitirmesi, soğuması, durulması,
sar, arı, berrak düşünce haline gelmesidir. Bu da, işte,
felsefeyi böyle yapan kişi için, büyük acıları gerektiren;
sanki, kendisine çelme takmasını,
kendisini çamura düşürerek kirletmesini
gerektiren bir çabadır.
Felsefede önemli olan düşüncenin kendisi değildir -
bütün düşünülebilir düşünceler, zaten,
şu ya da bu biçimde, daha önce düşünülmüştür;
önemli olan, düşüncenin dile getiriliş biçimidir -
"yeni" anlam ancak orada bulunabilir.
Yaşamında, şunları da yaşayabileceksin:
1) Birisini, ona söyleyecek bir şey bulamadığın için, aramak...
2) Birisini, onu artık görmeyeceğini söylemek için, beklemek...
3) Birisini, onu görmemeye dayanamadığın için, terketmek...
Ne beklediğini bilerek - ama, beklemeden-
yaşayacaksın: en çok beklediğinin de, gelse bile bir gün,
hiçbir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek...