Çok yorgunum,Beatriçem benim.Asırlara değil sana seslenmek istiyorum.Şöhretten,ebediyetten bana ne?İstiyorum ki,bütün yazdıklarımı ve bütün yazacaklarımı yalnız sen okuyasın.
Aynı şehirde iki insan yaşıyordu.Birbirleri için yaratılmış iki insan.Ve mustariptiler ve yalnızdılar ve bekliyorlardı.
…
Aynı şehirde iki insan yaşıyordu.Yanyana idiler.Yanyana ve birbirlerinden habersiz.Kader kahkahalarla gülüyordu.
Yuvama gurbete gider gibi döndüm.İstanbul’a ilk gelişimi hatırladım.Fetih ümitleri ile dolu idim.Bir gazaya koşuyordum:dudaklarımda meçhulün yani senin susuzluğun.
Nihayet Akaki son nefesini verdi.Ne odası ne de dolabı mühürlendi çünkü ne mirasçısı ne de miras denebilecek bir şeyi vardı.Geriye kalanlar bir bohça kaz tüyü, beyaz sayfalı bir defter,üç çift çorap, birkaç pantolon düğmesi ve eski paltosundan ibaretti.
Keyhüsrev’in tacında,şu kıtanın anlamı yazılıydı:
“Nice yıllar,nice uzun ömürler halk,yeryüzünde başımızı çiğneyerek gelip geçecektir.Saltanat denilen şey,elden ele bize kadar geldiği gibi, böylece bizden sonra da başkalarının eline geçecektir.”
İstediği şeyi ona ancak kapitalizmin verebileceğine inanan ve insanlıktan çıkmayı kazanç sayan,”biriktiren ve sayan” milyonlarca “carpe diem” sözcüsü “vefakâr insan” her bunalım döneminde kapitalizmin imdadına yetişiyor.
Dağ başındaki çoban,ormandaki avcı, bulundukları yerde insan olarak tek başına kaldıkları halde yalnız değiller; insanlardan uzak yaşamayı bile isteye seçmiş bir kimseye yalnızlık içinde değil de “inzivada” diyoruz.
Hayat sanki kendimi mecbur ettiğim ve kendimi ruhsal olarak bağlamamak için özel çaba harcadığım işlerden ibaret.Birçoklarına göre hayat olağan akışı içinde geçip gidiyor.Ben neyin olağan ,neyin olağandışı veya olağanüstü olduğunu doğru dürüst tartamamanın acısını çekiyorum.