Yazarın okuduğum ilk kitabı.
İki kahramanımız var, Kinyas ve Kayra. Yolları henüz çocukken kesişmiş, varoluş sancıları çeken, umutsuzluk çukuruna saplanmış, bu çukurda sürekli sadist ve mazoşist eylemlerle debelenen iki pesimist karakter.
Yaşadıkları şehri, kendilerini delice seven ailelerini bırakıp Afrika'ya giderler. Hikayelerine kendilerince bir son yazacak bedenlerinden önce tüm kötülüklerini besleyen zihinlerini öldüreceklerdir. Yazar çok güzel bir süpriz yaparak kitapta bu iki karakteri ücra bir sahilde kendisiyle karşılaştırır. Kimseye güvenmeyen, kimseye karşı sevgi kırıntısı hissetmeyen, karşilastikları her insanda muhakkak kötü bir iz bırakan iki arkadaşın samimi bulduğu ve zarar vermekten çekindiği tek karakter yazarın kendisidir. Kendini böyle bir şekilde konumlamasını çok sevdim :)
Yolları ayrılır iki arkadaşın ve ikisi de kendilerine ayrı bir son yazarlar. Kayra'nın ve Kinyas'ın ayrı ayrı seçimlerini ve seçimlerinin sonuçlarını okuyoruz son iki bölümde.
Beni en çok son bölümde Kinyas'ın kararları etkiledi. En çok o bölümü sevdim. Umuda tutunuşu, yaptığı tüm kötülüklere rağmen sevgide şifa arayisi... Azılı bir suç makinesi bile olsa umudun ve sevginin iyilestiremedigi hiç kimse yok sanırım dünya üzerinde.
Kitap herkesin okuyabileceği bir kitap değil. Kasvetli, bunaltıcı bir havası var. Diyaloglar çok az. İyi bir okuyucu değilseniz yorabilir. İkinci bölümden sonra özellikle çok beğendim ben. Yeraltı edebiyatı sevenler eminim çok beğenecektir.
Kinyas ve KayraHakan Günday · Doğan Kitap · 202226,7bin okunma
A arkadaş, siz bu topraklara sahip olurken, Allah'ın toprağına sahip olurken para mı verdiniz? Biz bir karış toprakta, hem de kıraç, hem de ot bitmez bir kırda, hem de kimsesiz bir hüyükte kalabilmek için avuç dolusu paralar döküyoruz
Neden aşağılıyorlar insanlar böyle birbirilerini? Neden, neden, neden? Birbirilerini aşağılamaya can atıyorlar, deli divane oluyorlar. Şimdi aşağıda Çukurovalılar kim bilir bizimkilere neler yapıyorlardir. Onların onurlarını kırmak, onları küçültmek, kötülemek için neler yapıyorlardır, neler! Bir başkasını aşağılayan önce kendisini aşağılamıyor mu? Bunun kimse farkında değil mi? Ağacı, kuşu, akarsuyu, börtü, böceği, yerdeki karıncayı, en alçak insanı kutsayan, yücelten, güzelleştiren insan güzelleşir öyle değil mi? Niçin insanlar azıcık akıllı, azıcık daha güçlü değiller?
Dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağının insandaki sahip olma tutkusu olduğunu düşünüyorum. Bir toprağa çit çekip "burası benim" Diyen ilk insandan bu yana sahip olma tutkusu ve sahip olunanı kaybetme korkusu insanı en büyük kötülüklere sürüklemiş. Yaşar Kemal bu güzel romanında da bir toprağa sahip olmayan, Orta Asyadan beri konar göçer yaşamış yörüklerin iskân politikası sonrası yerleşik yaşama geçmesini, geçmeyen ve konak göçer yaşamaya devam eden son oba olan Karaçullu obasının kış vaktinde konacak bir düzlük bulamamasını; çektiği sıkıntıları uğradıkları zulmü konu alıyor.
Kitaptaki en can alıcı şey bana göre çaresizlikten kırılan, tek tek insanlarını kaybeden obaya zulmeden, ayak bastıkları dağdan bile ayak bastı parası isteyen köylülerin de onlar gibi yörük olup, yakın zamana kadar da konar göçer yaşayan insanlar olmasıydı. Karaçullu obası hem onların çaresizliğinden rüşvetle istifade etmek isteyen devlet mensuplarının hem de kendi gibi yörüklükten gelme köylülerin baskısına uğruyor. Çocukları öldürülüyor, çadırları yakılıyor, tehtid ediliyorlar.
Mazlum kimdir? Diye düşündüm. Zalim olacak fırsatı bulamamış kişidir belki de. Zira en küçük fırsatta kendisi de aynı sıkıntıları yaşamış olsa bile elindeki gücü daha zayıf olana kullanmaktan imtina etmiyor insanoğlu.
Kitap en çok bunu sorgulattı bana.
Konusunun güzelliğiyle beraber Yaşar Kemal'in okuyanla sohbet ediyormuş gibi olan ve her cümlesi edebiyatla bezenmiş satırları ayrıca güzeldi. Yazarı okumayı sevenler bu kitabını da severek okuyacaklardir.
Bir kitapta kaç olumsuz öge ele alınabilir?
Savaş, yoksulluk, hırsızlık, cinsel istismar, şiddet, cinayet, intihar, yalnızlık, yalan...
Bu kitapta, olabilecek tüm kötülükler, bunların merkezinde bulunan iki kardeşin hayatı üzerinden ele alınıyor.
Okurken ürperdiğim, bu kadar da olmaz dediğim fakat bu dünyada olabileceğini bildiğim acılara tanık oldum.
Yazar bir savaş mağduru olarak bizi savaşın en karanlık tarafıyla yüzlestiriyor. Aralıklarla yayımlanmış üç kitabın tek baskıda toplanmasiyla muhteşem, su gibi bir okuma oldu. Çok akıcı, çok çarpıcı, çok merak uyandırıcı ve çok can acıtan bir eser. Uzun zamandan beri ilk defa bir kitabı elimden bırakamadım, etkisinden çıkamadım. Kesinlikle tavsiye ederim, çok beğendim
~ "İstemiyorum ben kimseye vuramam, kimseyi yaralayamam. "
"Neden? Başkaları sana vuruyor, seni yaralıyor."
Çocuk Lucas'ın gözlerinin içine bakarak: " Fiziksel olarak yaralandığımda bunun bir önemi yok. Ama ben başkasını yaralarsam, içimde dayanamayacağım başka bir yara açılır. "
~ Evet, en hüzünlü kitaplardan daha hüzünlü hayatlar vardır.
İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü olan 1915 doğumlu Mina Urgan, tarihin pek çok önemli olayına tanık olmuş güçlü, karakterli, kendini tanımladığı şekliyle sıkı bir komünist.
Yaşadığı hayata, özellikle gençlik dönemlerine bayıldım. Teknolojinin insan ilişkilerini henüz sabote etmediği , görüşmelerin ve buluşmaların sosyal medyada paylaşım konusu olması için organize edilmediği yıllarda, İstanbul'da geçirdiği dolu dolu yıllara ait anılarını anlatıyor yazar.
Haliarnas Balıkçısı, Sait Faik, Orhan Veli, Ahmet Haşim, Yakup Kadri Yahya Kemal, Aziz Nesin, Necip Fazıl, Nazım Hikmet gibi edebiyatın seçkin isimleriyle olan anılar ve anektodlar çok güzeldi. Son bölüm olan "Siyasal" bölümünde, yakın siyaset tarihinde önemli bazı olayları içinde bulunmuş kişi olarak birinci ağızdan anlatıyor.
Kitap boyunca fikrini beyan ettiği bir çok konuda kendisiyle aynı görüşlere sahip olduğumu farkettim. Ayakları yere sağlam basmış, 80 yaşında dahi savunduğu şeylerden ve bu uğurda çabalamaktan vazgeçmemiş kültürlü bir kadın. Hayran olduğum bir profili temsil ediyormuş kendisi öğrenmiş oldum
Kendini öldürmek kolaydır. Anlık bir cesaret meselesidir sadece. Asıl zor olan yaşamaktır. Bunca felaket arasında, fazla rezil olmadan yaşamak gücünü bulmaktır asıl zor olan.
Vatanseverlik, efendim, bir namussuzun son sığınağıdır. Gerçekten de bu namussuz herfiler ve kadınların namussuzluğu arttıkça, vatanseverlikleri de o derece artar.
Germinal... Sefaletin, açlığın, yeraltında yaşam mücadelesi veren maden işçilerinin kitabı.
Emile Zola bu kitabı yazmak için maden bölgelerinde kalmış; oradaki insanların hayatlarını, çalışma koşullarını ve yaşadığı zorlukları bizzat gözlemleyerek kitabına işlemiş.
Kitap yalnızca maden işçilerinin zorluklarını ve mücadelelerini değil; emeğini
Tender Branson, dış dünyadan soyutlanmış bir arazide varlığını sürdüren Creedish mezhebinin bir üyesidir . Bağlı bulundukları kilise tarafından katı kurallar ve gündelik yaşamlarını kökünden değiştirecek düzenlemeler ile yönetilirler. Bu mezhebe bağlı ve dış dünyaya gönderilen üyeler ,mezhep ifşa olduktan sonra topluca intihar etmeye ya da öldürülmeye başlarlar. Ölüm furyasindan kurtulan mezhep üyesi Tender, medya sektörü tarafından kullanılmaya başlanır. Dış görünüşü değiştirilir, geçmişi dikkat çekecek şekilde yeniden yazılır. konuştuğu her şey planlı yediği yemekler dahi bu inşa sürecine hizmet edecek şekilde ayarlanır. Olaylar bundan sonra gelişir.
Yeraltı edebiyatı türünde çok çok başarılı bir eserdi ben çok beğendim. Sisteme , inançlara , medyaya , tüketim çılgınlığına çok ağır ve sert eleştirilerle dolu kitap. Okuyunca daha iyi anlıyor insan medyanın gösteri gücüyle inandığımız inançları , değerleri , kanaat önderlerini nasıl güzel var edebileceğini. Yalnızca görüldüğümüz ve dikkat çektiğimiz ölçüde var olabildigimiz günümüz dünyasında, tercih ettiğimizi sandığımız şeylerin aslında bize dayatilmis olabileceğini, kendimizi özgür sanırken popüler kültürün zincirleriyle nasıl bağlı olduğumuzu düşünmek ve farketmekte yarar var. Keyifli okumalar.
Kitap, bir kitap koleksiyoncusu olan Carlos Brauer'in hikayesini konu alıyor.
Brauer'in kitap sevgisi öyle uc bir noktaya varıyor ki evinin odaları, mutfağı, banyosu ve hatta tuvaleti bile kitaplarla doludur. Bu kitapları belirli bir düzen içerisinde muhafaza etmek için bir arşiv yöntemi geliştirir, vaktinin tümünü hevesle bu işe ayırır. Çıkan küçük bir yangında yaklaşık 20 bin kitabın kaydınin bulunduğu arşivin yanmasıyla Brauer bir psikolojik çöküşe girer.
Her şeyi bırakıp bir deniz kıyısında tüm kitaplarını tuğla olarak kullanıp bir kulübe yaptırır.
Genel olarak çabuk okunan bir kitaptı. Brauer'in kitaplara olan bağlılığının anlatıldığı bölümler keyifliydi. Ama kitabın başında, yolda şiir kitabı okurken bir araba çarpması sonucu ölen profesör Bluma'nın Brauer ile olan ilişkisi çok havada kalmış, bu iki kişinin ilişkisi etrafına şekillenen kitabın daha sonradan bu konuyu hiç ele almayıp sonuca baglamamasi bence büyük bir eksiklikti. Bu yüzden çok sevemedim ne yazıkki.
Aşırılıkların insanlar üzerinde ne derece yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini görebilirsiniz okurken.
İnşa edilen bir kütüphane, yaratılan bir hayat demektir; yığılmış kitaplar toplamı değildir asla.
Kütüphane zamana açılan bir kapıdır.
Kâğıt EvCarlos María Domínguez · Jaguar Kitap · 202012,1bin okunma