Küçük kasabalar, tren istasyonları ve yollarda geçen, hiç bir yerde tutunamayan aile, kısa ama anlamlı bir hikaye... anlatıcımız Mustafa’nın babası Bulgarlı Ali; haktan, eşitlikten, adaletten bahseden ve gördüğü haksızlığa susmayan, kimseye pabuç bırakmayan, daktilosu ile her gece yazılar yazan, yazmayı seven biridir. Eşi Münirenin dayak yemesine izin vermeyip, sinama salonunu yakan ve ardından Münire ile kaçıp bir tren vagonunu evleri yapıp, kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan iki insan. İşsizlik, yoksulluk demeden birbirinlerini bırakmayıp, birbirlerinin arkalarında durmaları ve aralarındaki aşk harikaydı. Ali’nin o zorlu geçen zamanlarını bile o pozitif enerjisi ile her yere neşe saçması, oğlu Mustafa ile ile baba-oğul ilişkisinden çok bir arkadaşmış gibi olmaları çok hoşuma gitti. Bu kısa hikayede sadece Ali ve Mustafa yok bir çok kişiyede, hikayeyede yer verilmiş. Kitabın sevmediğim tek yanı, bir olay anlatılırken adı geçen bir kişininde hemen hikayesinin anlatılmaya başlanıyor oluşuydu çünkü konudan bağımsız bir konuya geçip, daha sonrasında tekrar aynı konuya gelince bir kopukluk oluyor. Onun dışında çok güzel bir kitaptı. Bir günde biten kısa, akıcı, ders çıkarabileceğini ve sizi yer yer hüzünledirebilen bir kitap.