Nitekim şu lafügüzaflıktan soyutlanmış kitapların arasına kendimi adayacak kadar yaşamış bir gençlikten beni mahrum bırakanın ne olduğunu hayretle sezmekteydim.
"Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!"
Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra olduğu yerde birdenbire kabuklaşıyor, çok İnce, görünmez bir şeyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyordu. "Biz mi gidiyoruz, onlar mı?.." Sual buydu...
Samimiyetle seçilen kelimelerin, özenle söylenen sözlerin, takip edilen mimiklerin, vurguların, tonlamaların, kıymet vermenin layığını bulduğu bir çağa denk gelmeyi çok isterdim.
İnsanların acılarını tazeleyip üzerine birde hüzünlü şarkılar bırakmak hiç hoş değil. Yaşayan ile gören aynı psikoljiyi yaşamak zorunda değil empatiyse evet hepimiz kuruyoruz. Fakat bu acıları, sürekli diriltmek anlamına gelmek zorunda değil gelmemeli de.
Neden anneler kızlarına susmayı öğretirken küçük oğullarının gürültülü yapmasını destekler? Neden kendini gösteren bir kızdan utanırken dikkat çeken bir oğula değer vermeye devam ederiz?