Distopya prensi lakaplı, eserlerinden dolayı kilise tarafınfan aforoz edilmiş, nobel alan ilk portekizli yazar kimlik bakımından benim ilgimi çekti açıkcası. Genel üslubu eleştirel ve alaycıydı. İlk başlarda fazla sarmadı ama ilerledikçe beni içine aldı. Herkesin kör olması ve o değişen şartlar beni o kadar etkiledi ki onlarla beraber bende o körlüğü yaşadım. Üstelik sadece maddi körlüğü değil manevi körlüğede eğildim. Bir kadının toplumu yönlendirişi ve ayakta tutuşu da gerçekten etkileyiciydi. Bu kadın bazen adaletin sembolü olurken bazen tahlili zor duyguların esiriydi. Bazen onlar kadar kör olmak isterken bazen bu ona yüklenmiş görevin farkındalığını düşünüp ben olmasam ne olacaktı diyordu. O sorumluluğu omuzlarımda bende taşıyordum bazen. Özellikle bazı hırsız körlerin koğuşlardan istediği kadın talepleri karşısında yemek verme şartıyla buna boyun eğilmesi ahlaki değerleri bana sorgulattı. Sonuna kadar savaşılan, umudun canlı tutulmaya çalışıldığı maddi manevi körlüğün getirdiği koşulların doyasıya çarpıştığı bir kitaptı