Eşyalar bile sahiplerinden daha sıcak, daha kişilikliydi. Gökyüzünü çarşılarda yitiren insanlar, odalarında yanan ışıklara bakarak niyet tutuyorlardı. Yıldızlar çoktan çekilmişti çatılardan. Kimse bir ayin gibi yaşamıyordu günün batışını. Kimsenin sabahla arındığı yoktu. Herkes ölçülü bir incelikle birbirine elini uzatıyor, ama kimsenin eli kimseye değmiyordu. Dokunmak nesnesiz bir duyguydu, insanın gövdesinde taşa kesilen. Küçük adamların büyük yalnızlığı doldurmuştu dünyayı.
‘’Sözcükler çok cılız bir terazidir yüreğin yükünü tartmada’’ demiştin; ‘’gücenik elbette tanır güceniği, canına yapışmış durgunluktan.’’ Bir şeyin parçalarını bir araya getirmek ister gibi dönmüştün yeniden camlara. Gece daha mı kolaydı, daha mı zor, seçemez olmuştum. ‘’Her duyguyu dile getirmek gerekmiyor biliyor musun? Nasıl her duyguya isim koymak gerekmiyorsa.’’ Alnındaki bulutları öperek çekilmiştim kıyılarıma. Bunu elbette en iyi ben bilirdim; adını koyduğu herşeye yenilen ben.