Şems-i Tebrizi’nin ansızın Konya’ya gelişiyle başlayan bu destansı hikâye, Mevlâna Celaleddin Rumi’nin derin bir dönüşüm sürecine girmesiyle şekillenir. Mevlâna, ilminin ve makamının zirvesindeyken, bir gün karşısına çıkan bu gizemli derviş, ona öyle sorular sorar ki bildiği her şey anlamını yitirir. Şems’in aşkı ve bilgeliği, Mevlâna’nın kalbini tutuşturur, ruhunu sarsar, onu dünyevi benliğinden sıyırarak hakiki aşkın girdabına çeker.
Ancak bu dostluk, çevrede kıskançlık ve öfke doğurur. İnsanlar, Şems’i anlayamazlar; onu Mevlâna’dan koparmak için türlü iftiralara başvururlar. Mevlâna’nın ailesi ve müritleri, bu derin bağlılığa tahammül edemez. Ve bir gün, Şems aniden ortadan kaybolur…
Mevlâna, dostunu kaybetmenin acısıyla yanar, ama bu ayrılık onu derin bir iç yolculuğa çıkarır. Artık aşkın kendisi olmuştur; kalemiyle, sözleriyle ve gözyaşlarıyla aşkı anlatır. Gönlündeki Şems’i bulmak için ruhunun en derinlerine iner ve o arayış, sonunda Mesnevî gibi ölümsüz eserleri doğurur.
Bu roman, yalnızca bir dostluğun veya bir kaybın hikâyesi değildir; ilahi aşkın, teslimiyetin ve dönüşümün hikâyesidir. Mevlâna’nın Şems ile başlayan yolculuğu, herkesin içindeki hakikati arayışının bir yansımasıdır. Sevgiyle yanan bir kalbin, aşkın en saf hâline ulaşmasının, vuslatın ve hicranın aynı potada erimesinin şiirsel bir anlatımıdır.
Ve Mevlâna der ki:
“Gel, ne olursan ol yine gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik kapısı değildir.”
Şems seslenir:
“Aşk, davacının olmadığı bir mahkemede yargılanmaktır.”
Ve kalbe düşen o büyük sır:
“Aşk; her şeydendir ama hiçbir şeye benzemez…”