“Hiçbir şey anlamıyorum, bilmiyorum, yapmıyorum, işe yaramamaktan tükeniyorum. Günlerce hiçbir şey yaşamıyorum, tanıdık bir yüz görmüyorum; binlerce insanın arasında yapayalnız olmanın ne anlama geldiğini bilemezsin.”
“Sen de ne acayip adamsın be Granser, göremediğimiz şeyleri anlatıp durursun. Eğer göremezsen onların orada olduğunu nasıl anlarsın? Haydi buna da cevap ver bakalım. Göremediğin bir şeyi nasıl bilirsin?
“İnsanoğlu uygarlık yolundaki kanlı ilerleyişine başlamadan önce, ilkelliğin karanlığına giderek daha çok batmaya mahkûmdur. Sayımız artınca ve herkese yer olmadığını hissettiğimizde birbirimizi öldürmeye başlayacağız.”
“Söyle bana,” diye devam etti Edwin, “neden yengece ‘ağızlara layık ziyafet’ diyorsun? Yengeç, yengeçtir, öyle değil mi? Senden başka kimsenin ona böyle komik bir isim taktığını görmedim.”
Bu karşılıklı masumiyeti her yönüyle çok iyi görebilmemin bir nedeni de benzeri bir çatışmanın tamamen farklı koşullarda yaklaşık yirmi yıl sonra aramızda yeniden yaşanıyor olmasıydı; bir olgu olarak feciydi, ama esasında çok daha zararsızdı, çünkü otuz altı yaşıma gelmiş biri olarak benim zarar görebilecek neyim kalmıştı ki hâlâ?