Bana en çok dokunan, suçlu olsam da olmasam da her zaman bir çeşit tabiat kanununa uyar gibi, herkesten önce kendimi suçlu görmemdi. Bu, ilkin çevremde herkesten akıllı olmamdan ileri geliyor.
Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız, bir teselliyle avunuyorum: Zeki insanlar bir baltaya sap olamaz, olanlar yalnız aptallardır.
Koyu derilileri kendilerinden ayrı tutuş, Kuzey ve Güney Amerika halkı arasında iç muharebeyi doğurmuştur. İnsanlar arasındaki eşitlik prensibini güden büyük demokrasi lideri Lincoln bu uğurda hayatını vermiştir. Fakat bugün koyu derililer Amerikan hayat ve kültürüne daha çok karışarak kendilerimi Amerikan vatandaşı olmak üzere daha kuvvetle kabul ettirmekte ve ırk ayrılığı da yavaş yavaş silinmektedir.
Hristiyanlıkta ahlakın hareket noktası, kullardan hiç kimsenin günahsız olamayacağıdır. O halde, bu hususta kimse kimseye üstün olduğunu ileri süremez.
Gerçek Hristiyanlıkta tevazu, dinin esasıdır. Şu sözler onu gösterir:
Hüküm etmeyiniz ki, hüküm olunmayasınız. (Yargılamayın ki yargılanmayasınız.) Zira ettiğiniz hükümle siz de hükmolunacaksınız ve ölçtüğünüz ölçekle siz de ölçüleceksiniz. Niçin kardeşinin gözündeki çöpe bakıyorsun da, kendi gözündeki merteğe (kalas) dikkat etmiyorsun? Yahut kendi gözünde mertek varken kardeşine; gel, gözünden çöp çıkarayım nasıl diyebiliyorsun? Ey mürai (ikiyüzlü), evvela merteği kendi gözünden çıkar ve o zaman kardeşinin gözünden çöpü çıkarmak için kendi gözün iyice görebilsin.
Getirdiği yeni fikir ve inanış onun “Göklerin saltanatı” tasavvurunda toplanır. Göklerin saltanatı ve hükümdarlığı, Allah’ın iyi kullarını kabul edeceği bir cennettir. Orada herkes eşittir. Ne imtiyazlı bir kavim, bir zümre, ne imtiyazlı bir fert o cennette yoktur. Allah, şefkatli bir babadır. Güneşin ışıkları nasıl herkese müsavi (eşit) olarak geliyorsa, Allah’ın sevgisi de kullara öyle müsavi olarak gelir. Hepsi de günahlıdır. Hepsi de Allah’ın evlatlarıdır. Hepsi de kardeşleridir.
Buda’nın ahlak kanununda on esas vardır. Bunun ilk beşi, bütün Budistler içindir. Ondan sonraki üç madde, Budizm mensuplarına mecburi, böyle olmayanlar için ihtiyaridir:
1) Öldürmemek,
2) Çalmamak,
3) Fuhuş yapmamak,
4) Yalan söylememek,
5) Mayalanıp ekşimiş içkilerden çekinmek,
6) Müsaade edilmiş zamanların dışında yemek yememek,
7) Başı çiçekle süslememek, vücuda güzel koku sürmemek,
8) Yere serilmiş hasırın üstünde yatmak,
9) Dans ve teganni etmemek, böyle manzaralara bakmamak, böyle şarkıları dinlememek,
10) Hiçbir zaman altına ve gümüşe dokunmamak.
Bugün bile Budist rahipler bu 10 emri üç defa söyledikten sonra “Buda’ya sığınırım, kanuna sığınırım, topluluğa sığınırım” diye dua ederler.
İnsanın böylece manevi kıymetlere dikkatini çevirmesi, son iki asırda, hele XX. asrın bugüne kadarki yıllarında büyük endüstrinin süratli gelişmesiyle hâsıl olan maddi baskıya karşı ruhi bir tepki olarak görülebilir. Katılaşmış bir ekonomik nizamın içerisinde, son haddine varmış bir işbölümünün ferdi makineleştiren etkisi altında ve bilhassa yeni, müthiş atom silahlarının yüz binleri bir anda yok eden ateşleriyle beyni yanarken teselli verici bir iç havaya kendini bırakmasından daha tabii ne olabilir? Büyük kütlelerde her bakımdan eşit bir hayatı sağlamak için sürüp giden mücadele, büyük devletler elinde sömürülmüş olmaya karşı hürriyetlerini elde etmek için bağlı milletlerin yaptıkları istiklal savaşları, İkinci Dünya Harbi sonrası için kaçınılmaz bir mukadder oldu.
Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni;
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın...
Shakespeare