Konuşmamız bitmemiş, henüz bir veda olmamıştı. Kuşluk vakti gelmek üzereydi ama dışarıdan bitmek bilmeyen bir horultu camları titretiyordu. "Kimdir bunlar, necidir, nereden çıktılar?" demeye kalmadan, yiyorduk baştan köteği. Hem öyle değildi bizim balık; baştan ışır, sondan kokardı. Hem sondakilerin ne haddine, mühim olan baştı. Ama kaşınırsa başın başı, ayakları kaşırdı.
Böyleydi işte, henüz iki kelam edecek vakte erişememiş, son kez bakışamamıştık o nazlı yâr ile. Çünkü bir zılgıt bir hırıltı vardı dışarıda. Akşam olmuş, uyuyanlar uyanmıştı. Bu sefer ne olduğunu herkesten önce anlamıştık. Uyuyanlar da bir ses duyduk "ben anlamadım amma içimde bir sancı" diğerleri de müşterek oldu bu lafza. Eşyaları aynı bırakıp, yenilenmek adına farklı bir tene boyadılar...
Sonra duymuş bunu baş, demiş "Bu nasıl PR çalışması, bu nasıl kabus? Neden kesildi davulun sesi, neden çalmadı zurnacı? Nerede bestekârlar, nerede ninniler? Getirin en kallaviler kallavisini, göstereceğim başımı." Bunu duyan uyunanlar korkmuş, sinmiş. Korkmasın da ne yapsınlar, her şey başa bağlı o giderse halimiz nice olur, diye düşünmüşler. Ve uykuya doysalar da gözlerini kapatmış, horlamaya devam etmişler.
Uyananlar, uyuduğu vakitlerin hayaline dalmış. "Ah o eskiler, ah o rüyalar" diye düşünüp, ah edip durmuşlar. Bütün bunlar olurken biz özlemini çekermişiz birbirimizin. Güneş tepede, vakit yakıyormuş. Ellerimiz candan kesilmiş. Son kez koşmuşuz birbirimize, dışarının sesi kesilmiş. Diye diye, anlatmasını sürdürdü yarı baygın yatarken, beni ilginç hikayeler anlatarak hayata bağlamak isteyen hasta bakıcı abla.