Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Değerin talebe göre belirlendiği prensibini anlatmak için bir başka deniz kazası geçirmiş insan hikâyesine sık sık başvurulur. Issız bir adada iki adam düşünün. Birinin bir çuval pirinci var, diğerinin iki yüz altın bileziği. Anakarada bu bileziklerden biriyle bir çuval pirinç alabilir, ama artık anakarada değil. Bir deniz kazazedesi ve malların değeri değişmiş durumda. Pirinci olan adam, artık yalnızca bir porsiyon pirinç için birkaç tane bilezik talep edebilir. Hatta takasa hiç yanaşmayabilir. Issız bir adada altın bileziği ne yapsın? İktisatçılar bu tür hikâyeler anlatmaya bayılır; insanoğlunun nasıl iş gördüğüne dair çok derin bir sırrı açığa vururmuş gibi, dudaklarını büzer, başlarını sallarlar. İktisatçıların standart modelleri, ıssız bir adaya düşmüş iki insanın anlaşma ihtimalini asla düşünmez. Belki kendilerini çok yalnız hissedeceklerini. Korkacaklarını. Birbirlerine ihtiyaç duyacaklarını. Biraz sohbet ettikten sonra, ikisinin de çocukken ıspanaktan nefret ettiğinin, ikisinin de amcalarının uzun süre alkolik olduğunun ortaya çıkacağını. Biraz düşündükten sonra belki pirinci bölüşmeye karar vereceklerini. İnsanlar böyle de davranabilir, bunun ekonomik bir anlamı yok mu?
Sayfa 22 - Koç Üniversitesi Yayınları - Çeviren: Ali Arda - II. Basım 2022Kitabı okudu
Ahlaki kararlarımızın kaynağı içgüdü olabilir.
Haidt ahlaki kararların “içimizden” geldiği sonucuna varmıştı. Kararı duygularımız verir, ondan sonra da insan mantığı bu kararı akla uygun bir hale getirmek için elinden geleni yapar. İnsanda mantığın öncelikli olduğu tezinde bu gedik açıldıktan sonra Hume’un ahlaki “duyguları” yeniden dirildi. Antropologlar bütün dünyada insanlar arasındaki hakkaniyet hissini gözler önüne serdi, iktisatçılar insanların, Homo economicus görüşünün iddia ettiğinden çok daha işbirlikçi ve özgeci olduğunu söyledi, çocuklar ve primatlar üzerinde yapılan deneylerde, teşvik ya da ödül yokluğunda bile özgecilik tespit edildi, altı aylık bebeklerin “kaka” ve “cici” arasındaki farkı bildiği öne sürüldü ve sinirbilimciler beynimizin başkalarının acısını hissedecek şekilde yapılanmış olduğunu keşfetti. 2011’e gelindiğinde tam tur atmış, insanları resmen “süperişbirlikçi” ilan etmiştik.
Reklam
Şehir planlaması, şehrin alt yapısının kolay ve ucuz yapılmasını sağlayacak şekilde tasarlanmalıdır. Bugün bir otomobil gerçeği var; ama şehirde otomobillerin alanıyla insanların yaşama alanını ayırmak mümkün. O zaman insanlar için yaya yolları düşünüldüğünde, daha az yük taşıyacpak, dolayısıyla maliyeti daha düşük yollar vücuda getirmek. evle iş arasındaki mesafeyi şehir planlarında insanların yarım saatlik yürüme, beş dakikalık bisiklet yolu şeklinde tasarlamak mümkündür, böylece trafik harcamaları asgariye indirilebilir. Şehirlerde en büyük harcama kaleminin ulaşım olduğunu biliyoruz. Ulaşımda iki büyük maliyet karşımıza çıkmaktadır: Biri yatırım maliyeti, diğeri işletme maliyeti. Şehri düşünmek üzere görevlendirilen kadro içerisinde, tasarlanan ve yapılan her işin hem yatırım, hem işletme maliyetini hesap edecek iktisatçılar da bulunmalıdır. İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için.
Ben kendi hesabıma, imanın ve inancın sesinin- her zaman aklın sesinden daha yüksek çıkacağına, polemik ustası şarlatanların karşısındakini dinleyerek ve kendi söylediklerini tartarak konuşanların sesini bastıracağına inanan kötümserlerdenim.
Sosyal bilimlerde, hatta bütün bilimlerde, araştırmacının değerlerinden, en azından önemli bulduğu konularla önemli bulmadıklarını ayıran değerler kıstasından bağımsız iş yapılabileceğine inananlardan değilim. Bunun için, özellikle sosyal hayatı yakından etkileyen olgular ve olaylar üzerine çalışan birinin "ben olaylara bütünüyle nesnel olarak bakıyorum, benim bu konuda neler hissettiğim önemli değil" demesini pek ciddi bulmuyorum. Hatta bu tür bir nesnellik iddiasını, gerçek anlamda nesnelliğe ulaşılmasını engelleyen bir tavır olarak görmek eğilimindeyim. "Gerçek anlamda nesnellik" dediğim şey, araştırmacının kendi değerlerini dürüstçe ve açıkça ortaya koyduktan sonra, ulaşabileceği verileri, özellikle kendi yaklaşımına ters düşenleri, çarpıtıp bozmadan kullanması ve bu kullanımı okuyucunun yapılan işi anlamasına ve eleştirmesine imkan verecek biçimde çalışmasında sergilemesiyle ilgili. Bu sergilemenin araştırmacının değerleriyle ilgili açıklamaları içermesi, okuyucunun yapılan işi değerlendirirken bunları da gözönünde bulundurabilmesi açısından çok önemli ve, dolayısıyla, nesnel bir yaklaşımın ön koşullarından biri.
Fikirlerin “maddî temelleri” vardır; kendi başlarına anlamları ya da önemleri yoktur. Marksistler siyaseti, kesinlikle, sosyal sınıf açısından çözümlerler ve siyasal ideolojileri, belli sınıfların çıkarlarının ifadesinden başka bir şey değilmiş gibi görürler. Buna karşıt birtakım iddialar da vardır. Örneğin, John Maynard Keynes (bkz. s. 76), dün­yanın temelde iktisatçılar ile siyaset filozoflarının görüşleri çerçevesinde yönetildiğini öne sürer. Keynes General Theory( Genel Teori, 1936) adlı eserinin son sayfalarında şu görüşlere yer verir: Kendilerini herhangi bir entelektüel etkiden muaf olarak gören tecrübeli insanlar, çoğunlukla ölü bir iktisatçının köleleri konumundadırlar.
Reklam
Herşey yolunda giderken insanlar yaptıkları işin niteliğini sorgulanmak gereği duymazlar. Yapılan işin ve yapılan işin temelindeki bilginin niteliği, işler sarpa sardığında gündeme gelir.
Daha zaman gelmedi. En az bir yüzyıl daha kendimizi ve herkesi, iyinin kötü, kötünün iyi olduğuna inandırmamız gerekiyor.
127 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.