Kaçırılan bir çocuğa dair
...
Genç kadınların ısrarı üzerine hâkim bey kibarca öksürüp
sandalyesinde biraz doğruluyor. Herkes ağzına bakarken,
“Sizleri meşgul etmekten çekiniyorum gerçekten” diyerek
yan çizme eğilimini belli edince karısının,
“Hadi ama uzatma, herkes dinlemek istiyor” demesi üzerine tane tane,
güzel bir Türkçeyle
“Eski ve kapanmış bir çocuk kaçırma dosyası yeniden açılmış ve önüme gelmişti” diye devam ediyor hâkim bey. “O davadan yaklaşık dokuz yıl önce, İzmir’de ticaretle uğraşan, otuzlu yaşlarında Serdar Yolaçan’la eşi yirmi dokuz yaşındaki Sibel Yolaçan’m iki çocuğundan biri olan Ebru kaçırılmıştı. Kaçırılma olayı da şöyle olmuş: Bir haziran günü Sibel,
“Bizde Avrupa’daki gibi bir derebeylik ve feodalite hiç olmamıştı. Aristokrasi ise bize tamamen yabancıdır. Osmanh Hanedanı için bile aristokrattır demek mümkün değil. Avrupa’nın parlamenter rejimi ve demokrasisi bile daha evvel geçirdiği, feodaliteyle ve aristokratik devirle alâkalı... Bizim tarihimizde halkı ezen, ona eşya gibi bakan bir rejim asla olmamıştır. İşin garibi, bizim halk tabakası yukarıya, yani idareciye daima saygılı şekilde bakmıştır. Buna karşılık idareci de halkı, hattâ reâyâyı (Hristiyan tebea) “vediatullah” (Allah’ın emaneti) olarak görmüş; ona ne kadar hizmet ederse o kadar yükseleceğine inanmıştır.
Esasen bizim idareciler, halkın içinden çıkmışlar; hattâ ve çok defa sosyal bakımdan, toplumun tabanından yükselip gelmişlerdir. Bu yükselişte en büyük unsur da, kişisel yetenekleri, zekâları ve yüksek ahlâkları olmuştur. Meselâ, şeyhülislâmların birçoğu köylü çocuklarıdır. Vezirlerin büyük kısmı da öyle. Belli başlı ailelerden gelenler ise parmakla gösterilecek kadar azdır.”
“Eski Osmanlı düzeni ve millî eğitimi, toplumun en aşağısında da olsa, üstün yetenekleri daima yukarıya, en yukarıya iten bir mekanizmaya sahiptir. Böyle bir toplumda halk ve idareciler zıtlığı esasen olamaz, sınıf zıtlığı ise görülmemekte.”