Stiller’in kimlik sorunuyla ilgili Kafkaesk bir eser olduğunu düşünüyordum; zannettiğimden çok daha farklı ve beklediğimden daha çok sevdiğim bir kitap olduğunu gördüm okuyunca. Homo Faber’i de okuyup beğenmiştim, iyi bir kitaptı ama Stiller muazzam bir eser. Aniden kaybolduktan yıllar sonra ortaya çıkan bir heykeltraş olduğu şüphesiyle bir adamın tren garında tutuklanışıyla başlıyor ve farklı insanların gözünden bu heykeltraşın hayatına odaklanıyor kurgu. Kişinin kendini kabullenmesi, kendiyle ve duygularıyla barışabilmesi ve bunun ikili ilişkilerine yansıması muhteşem bir kurguyla aktarılıyor. Kurgunun aktarılış biçimi sayesinde, bir ilişki ya da olayın farklı kişilerde nasıl bambaşka yansımalarının olabileceğini çok doğal bir akışla görüyoruz. Arka planda, Frisch incelikli ama oldukça sert eleştirilerini paylaşıyor okurla; sömürgecilik, militarizm, İsviçre özelinde ‘uygar’ toplumların demokrasi ve özgürlük algısının çarpıklığı, hümanizm kisvesi altında ticari kaygılar ve çıkarcılık ile belirlenen kişisel ve milli menfaatler ve liberalizmi yeriyor. İkili ilişkilerle ilgili vurucu tespitler, düzen eleştirileri, bunlar arasındaki denge ve bunların gayet başarılı bir kurguya yedirilerek sunulması oldukça zengin bir roman yapıyor Stiller’i. Çok ama çok sevdim. Kelime tercihleri ve cümle kuruluşları açısından ara ara okuru yoruyor metin, bu da üzücü çünkü çok daha iyi bir çeviriyi hakediyor kitap kesinlikle.