İnsan bunca sevildiğini, istendiğini, bunca açık seçik görebildi mi, öyle bir güven büyüyor ki içinde, topla tüfekle gelseler yıkamazlar... Dünyada yapamayacağın hiçbir şey yokmuş, yaptıklarını ve yapacaklarını da dünyada başka hiç kimse yapamamış ve yapamayacakmış sanıyorsun.
Hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Çok sevdiğimi, çok sevildiğimi biliyorum yalnızca. Yetmez mi? Bir de, tüm aşk romanlarının, tüm şarkı sözlerinin doğru olduklarını biliyorum artık.
Öylesine sersemletici bir şey ki mutluluk, insan kendi başına geldiğine inanamıyor. Yaşadığı ânı bile algılayamıyor hatta... Ya da öylesine başka bir düzeyde algılıyor ki, açıklayamıyor. Sel gibi bir şeye kapılmış gidiyorsun, akıyorsun, akıyorsun... O selin içinde, durmadan yeni yeni, her biri bir öncekinden daha inanılmaz güzellikler... Daha birinin gerçeğine varmadan bir başkası devriliyor üstüne... Devriliyor... Hiçbiri kendi denetiminde değil insanın ve her biri yere yıkacak gibi sarsıyor...
Herhangi bir umuda, ne kadar umutsuzca da olsa, sarılması olası mıydı? Okşamalarla, sevgi sözcükleriyle kandırılmış, yağmurdan, soğuktan içeri alınmış, sonra da hiç beklenmedik bir tekmeyle yeniden sokağa atılmış bir kediye benzetiyordu kendini...
Amaçsız yürüyüp durduğu saatler boyunca neler düşündüğünü -düşünebiliyorduysa eğer- neler hissettiğini -yüreği de yüzü gibi donmamıştıysa eğer- kim bilebilir?
Dayanılmaz bir acıyı mı, yarım kalmış bir sevinci mi, alışılmadık bir tiksintiyi mi, ani bir korkuyu mu yansıttığı belli olmayan -ya da hepsinin karışımını yansıtan- bir maskeye dönmüştü yüzü...