Genelde, ordudan ayrılmış bekâr yarbayların,
piyade ve topçu yüzbaşıların, yaklaşık yüz kölesi olan
toprak sahiplerinin, kısacası, orta sınıftan bey dedikleri
bekâr erkeklerin kullandıkları türden oldukça güzel bir yaylı,
N. ili merkezinde bir otelin avlu kapısından girdi.
Yaylının yolcusu yakışıklı biri sayılmazdı, ama çirkin de değildi.
Aşırı şişman da değildi, aşırı ince de.
Yaşlı olduğu söylenemezdi, pek genç olduğu da.
Kente gelişi bir olay olmamıştı, kimsece önemsenmemişti de.
Yalnızca, otelin karşısındaki meyhanenin kapısında dikilen
sarhoş iki Rus köylüsü aralarında (o da yaylının sahibiyle değil,
daha çok yaylıyla ilgili) birkaç sözcük etmişlerdi, o kadar.
Biri ötekine “Üf, şu tekerleklere bak hele!” demişti.
“Ne dersin, gerekirse, sence bu tekerleklerle Moskova’ya kadar
gidebilir mi, gidemez mi?” Öteki cevap vermişti:
“Gider,” “...ama sanırım Kazan’a kadar gidemez, değil mi?”
Öteki “Hayır, Kazan’a kadar gidemez,” demiş,
konuşma da burada bitmişti.
Sonra, yaylı otelin kapısına doğru giderken; çizgili, hayli dar,
kısa, beyaz pantolonlu, modaya uygun iddiasındaki frakının
altından Tulsk işi tabanca biçiminde bronz iğneyle tutturulmuş
takma yakalığı gözüken bir genç ilgilenmişti onunla.
Yaylının çevresinde şöyle bir dolanmıştı,
her yanını gözden geçirmiş, o anda rüzgârın başından az kaldı
uçurduğu şapkasını yakalamış, yoluna gitmişti.