İşte o an,
İşte içimde o an, çamura bulanmış arı misali, bir ses vızıldadı. Ve ben, aptal gibi, önümdeki mezar taşlarına "merhaba.." diye fısıldadım...
Tuhaf ama, iyi geldi böyle söylemek. "Merhaba anne.." dedim "merhaba baba.." Boş boş beni bekleyen üçüncü mezar taşına baktım. Hayatıma dair son cümlenin, son noktası olmak üzere, annemle babamın kıyısında öylece duruyordu. Dr. Mithat Uzak adına rezervedir, lütfen içinde ölmeyiniz diyordu millete. Ona da merhaba dedim. Bazı insanların çaresizlik anlarında hiç farkında olmadan yaptıkları gibi, yüzünle ve de gizli bir umutla gülümsedim bunu söylerken. En azından o şekilde gülümsediğimi tahmin ediyorum. Halbuki çok uzun yıllar önce böyle şeyler söylemez, mezar taşları ile konuşup aptal aptal gülmezdim. Yaşlandıkça, bütün masallara inanmaya daha meyilli hale geliyor insan. Annemle babamdan geriye kalan birkaç kömürleşmiş kemiğin, beni dinlediğini düşündüğüm oluyor. Yoksa ben de biliyorum, orada bir bok olmadığını. Hem de çoğu insanın bilemeyeceği kadar yakından, içinden, taa derinden biliyorum. Biliyorum, mezarlar da ölüler de insanları beklemez. Onları geçtim, ölüm de beklemez. Bekleyen sadece biziz, ölüme çok derin anlamlar yükleyen, başımıza gelen her haltı şiirsellikle süsleyen biziz. Kaybolup gitmeyi kabullenemeyen, hayır-hayır-biz-yok-olamayız diye deliren, direnen yine biziz. Biz... Biz, zavallılarız. Halbuki ölüm de, terlik, bardak ya da gazoz gibi sadece bir kelime en nihayetinde. Hayatta ince bir detay, zamanda küçük bir leke. Ama olmuyor işte, insan bir şekilde avunmak istiyor; küçük de olsa bir masala tutunmak istiyor.