Tarihi bir bina ya da meydan veya tarihi bir cami, sinemalar, Eminönü, Küçük Pazar, Galata Köprüsü, Karaköy, vapur düdüğü, çan sesi, her dilden konuşmalar, meydandaki güvercinler için yem satan kör adam, martıların haykırışı, seyyar satıcıların, taksicilerin, çarşı esnafının seslenişi, çok sayıda yokuşun sabahları yosun kokusu, sırtında dünyayı taşıyan bir hamal, öfkesi burnunda bir degnekçi, "Kent var, Marlbora var" diye ünleyen tombalacı, verilen bir selâ, mini etek, apartman topuk, yumurta topuk, ayakkabılarının arkasına basmış bir külhanbeyleri, geceyi teslim alan sarhoş muhabbetleri, patlayan bir silah, yere düşen genç bir kadın ve uçuşan kuşlar... 80'li yılların aklımda kalan İstanbul'u.
Yerleşimler, insanların hayatlarına renklerini verirler. Balcıgil ilk hikâyesinden itibaren bu havayı hissettirmeye başlıyor. Tasvir ettiği Ermeni Mahallesi ve hikâyenin kahramanı Kuklacı Nubar Dayday'la birlikte, kendimizi kitap boyunca bir daha kurtaramayacağımız büyük bir yaşanmışlığın içinde buluyoruz.
On hikâyeden oluşan İstanbullu Hikâyeler'de, başrol kuşkusuz İstanbul'un bizzat kendisi. Öyle nahif hikâyeler ki bunlar, başka bir kentte, kasabada, köyde gerçekleşme ihtimallerinin olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.