Aslında "rüzgârın getirdiği" demektir. Farsça bad "rüzgar" ve avardan "getirmek" sözcüklerinden oluşuyor. Karşılıksız bir şeyi vurgulamak için çok güçlü bir benzetmedir. Karşılıksız olanın değeri var mıdır, ya rüzgâr getirdiği gibi götürürse?
Benlik, bencillik, egoizm demektir. Enaniyet sahibi insan her zaman "ben" der ve her şeyi kendine çekmek ister. Arapça ene "ben" kökünden gelen sözcük enayi ile akraba. Birbirine bu kadar uzak görünen iki sözcüğün bu kadar yakın olması... Herhalde hep "ben" demek de bir tür enayilik.
Kibar, ilgili ve nazik davranan kimsedir. İltifat ile aynı kökten olan sözcük, dilimize Arapçadan girmiştir.
"Psikopatlar iyi hatiptir,
sadistler tatlı dilli,
caniler mültefit."
(Ruhi Mücerret / Murat Menteş)
Annem her şeyin sırf benim için olduğunu söylerdi yani başka bir deyişle, buna "sevgi" diyordu. Ama bana göre bu, annemin üzülmemek adına çırpınışlarıydı. Anneme göre sevgi, yaş dolu gözlerle bana bakarak bu durumda böyle şu durumda şöyle yapman gerekir deyip vara yoğa fırça çekmekten başka bir şey değildi. Eğer bu sevgiyse, hiç sevmemek ya da hiç sevilmemek daha iyi değildir midir? Elbette bunu söylemedim. Bunu, annemin davranış öğretilerinden 'çok dürüst konuşursan karşındakini üzersin' düsturunu dilimde tüy bitecek derecede ezberlememe borçluydum.
Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz* daha katılarak -mürekkep- olsa yine de Allah’ın sözleri -yazmakla- tükenmez. Şüphesiz ki Allah güçlüdür, doğru hüküm verendir.
Gönülde yeri olan, sevilen demek. Farsça dil "gönül" ve nişin "oturan" sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Uzun yıllar İstanbul Boğazı'nda salınıp giden emektar vapurun adıdır aynı zamanda.
-Ey Peygamber!- İnkâr edenin inkârı seni üzmesin! Onların dönüşü ancak bizedir. Elbette yaptıklarını kendilerine bildireceğiz. Şüphesiz ki Allah göğüslerin -/kalplerin- özünü bilendir. Onları -dünya hayatında- biraz yararlandırırız; sonra da kendilerini ağır bir azaba sürükleriz. Onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, elbette “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah içindir" Esasında onların çoğu -ne dediklerini*- bilmezler. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnızca Allah’a aittir. Şüphesiz ki gerçek zengin, övülmeye layık olan yalnızca Allah’tır.
Yumuşacık, çocuk ayakkabısıdır. Dilimize Yunancadan giren sözcük, patika ve paten ile akraba. Dünyanın en kısa öyküsü olduğu söylenir:
"Satılık bebek patikleri, hiç giyilmedi." (Hemingway)
Arapçada bilmiyorum demektir. Türkçede yazarı belli olmayan eserler için de "lâedrî" sıfatı kullanılır. "Lâedrî, ilmin yarısıdır" der eskiler. Yani bilmiyorum (diyebilmek) ilmin yarısıdır.
Herkes, kafasının içinde iki tane badem taşır. Bunlar kulağın arkasından başa doğru giden bir yerde derinlemesine iyice gömülüdür. Bu bölgeye, hem boyutları hem de görünümleri tam bir badem gibi olduğundan Latincede "badem" anlamına gelen "amigdala" denir.
Dışarıdan bir tetikleyici geldiğinde, bademde kırmızı bir ışık yanar. Tetikleyicinin yapısına göre insanda bir korku oluşur ya da keyfi kaçar veya iyi kötü duygular hissedilir.
Ama benim kafamdaki bademin bir yerlerinde arıza çıkmışa benziyor. Çünkü bir tetikleyici gelse de kırmızı ışığı yanmıyor. Bundan dolayı başkalarının neden güldüklerini ya da neden ağladıklarını pek anlayamıyorum. Benim için sevinç de üzüntü de aşk da korku da belirsizdir. Hem duygu denilen kelime hem de sempati denilen ifade benim için anlaşılmaz harflerden başka bir şey değildir.
Doktorların koydukları tanı duygusal sağırlık, yani aleksitimiydi.
(...) Daha dünyaya gelişimin üzerinden çok geçmeden diğer çocuklardan farklı olduğum ortaya çıkmıştı. Neyimin farklı olduğunu merak etmiş olabilirsiniz.
Ben gülmüyordum.
"Nine, neden insanlar tuhaf olduğumu söylüyorlar?"
"Belki özel biri olduğundandır. Çünkü insanlar, başkalarından farklı olana tahammül edemezler.(...)"