Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Rıfat ÇELEBİ

Kanser hücresi misali bizi her yanımızdan sarmalayıp boğan matriks, insanın, doğanın kendi mülkü olduğu sanısına kapılmasıyla yaratıldı. Doğadan uzaklaştıkça, daha fazlasına sahip olarak yalnızlığını giderebileceği yanılgısının kısır döngüsüne takılı kaldı. Bu kez de kendisi, sahip olma tutkusunun mülkü haline geldi ve bu matrikse kapitalizm denildi. Nedense, kapitalizmi kendi yaratmamış da bu öylece oluvermiş gibi bir havada. Matriks, insanı kendi talepleri yönünde şekillendirmekle kalmaz, onu, bu şeklin onun gerçek kendi olduğuna da inandırır. Hilekardır.
Sayfa 166Kitabı okudu
Reklam
Doğa insanı, doğanın gücünden hem korkar, hem de ona saygı duyar. Amerika yerlilerinin, bir zamanlar, akşam gün batarken ya ertesi sabah güneşi tekrar da olmazsa kaygısı yaşadığı söylenir. Ama onlar, çevrelerindeki ağaçları kız kardeşleri olarak gördüğünden, uygar insanın yaşamakta olduğu türde derin yalnızlığı tanımaz. Doğa insanı doğadan korkar, biz ise birbirimizden. Bu, doğadan kopmuş insanın, kendisini en yalnız hissetmemesi gereken anlarda bile, derinlerini bir türlü terk etmeyen farklı bir yalnızlıktır, devası yoktur. Ebede kadar sürecek bir lanet.
Sayfa 164Kitabı okudu
Beraberken yaşanan yalnızlık, tek başınalığın yalnızlığından daha ağır olabiliyor. Yalnızlığıyla yüzleşmemek için, beraber olmak istemediği insanlara katlanmaksa çok zor.
Sayfa 163Kitabı okudu

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Allah hepsinden razı olsun, bizim dindar atalarımız, birinin halini ona (Allah'a) hamd ve şükrünü hatırlatmak için sorarlardı. Fakat bugün böyle bir hal hatır sormamak daha iyi, çünkü sizin sorunuz karşınızdakinin sadece (Allah'tan) şikayetine sebep oluyor.
Var olduğumuzun kanıtlarını dış dünyadan beklediğimiz oranda kendimizi yok hissetmekten kurtulmamız zorlaşır.
Sayfa 94 - metisKitabı okudu
Reklam
Ahvalimiz
Klinik yaşantılarımda her şeye sahip oldukları halde kendisini kof hisseden insanlar tanıdım. Çünkü hayatlarında bir tek şeye odaklanmışlardı: biçimsel başarı. Başarı insanın kendi hayatını yaratabilmesidir, standartları ne olursa olsun. Biçimsel başarıya odaklanmanın bedeli ise başarının kölesi olmaktır.
Sayfa 93 - metisKitabı okudu
Lao Tse’nin dediği gibi:” Başkalarını bilen bilgi edinir,kendini bilen aydınlanır.”
Sayfa 55 - metisKitabı okudu
SON zamanlarda yaşanan olaylar, sahip-köle temeli üzerine kurulmak istenen küreselleşme girişimlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekliliğini açıkça göz önüne serdiği halde, dünya patronları ikiyüzlü stratejilerini daha da pekiştirme yönündeki tavırlarını inatla sürdürmeye kararlı görünüyorlar, Stalin'e atfedilen "Bir insanın ölümü trajedidir, sayı beş bin olunca istatistik" sözünü hatırlatırcasına. Belirli bir yönde hızını artırarak yol alan her şeyin eninde sonunda bir yerlere çarpıp dağılması kaçınılmaz oluyor, bütünün, belirlenmiş yönün dışındaki bölümüne körleşmiş olma sonucu. Dünyanın geleceği üzerine çıkarcı projeler geliştirmekte olan ego-ulusların bu düşlerini müdahalelerle gerçekleştirme girişimlerinin uzun vadede ters tepeceğine inanıyorum. Eğer bugün huzursuz bir dünyada yaşıyorsak bunun, egemen konumda olan güçlerin evrenin doğasına aykırı bir yol seçmekle kalmayıp, dünyanın geri kalanını da beraberlerinde sürüklemeye çalışmalarından kaynaklandığını düşünüyorum.
Sayfa 155Kitabı okudu
Greta Garbo'nun "Şöhret boşuna gelmez" sözü kendi zamanı için geçerli olmuş olabilir, ama günümüzün pazarlamacı dünyasında boşuna geldiği de oluyor.
Sayfa 146Kitabı okudu
Bütün bu karmaşa sistemleri bir başka ortak özellikleriyle de belirlenirler: Düzenle kaos arasında kendine özgü bir dengeyi koruma becerisini geliştirebilmiş olmaları. Bu denge kıvamına "kaosun kenarı” denir. Bu terim, karmaşa sistemlerinin hiçbir zaman belirli bir zamana kilitlenmemelerine rağmen tam bir kargaşaya sürüklenmiyor olmalarını tanımlar. Kaosun kenarındalık, hem varlığını sürdürmeye yetecek bir düzeni, hem de hayat sözcüğünün hakkını verebilecek dinamizmi ve yaratıcılığı içerir.
Reklam
Aslında, insan doğaya egemen olma tutkusuyla ondan kopmaya başladığı günlerden bu yana, doğadan giderek uzaklaşmakla kalmamış, onu adeta düşman olarak görüp karşısına almıştır. Üstelik, üstünlüğünü sağlama çabasında onu kıyasıya tahrip edip tüketerek. Doğa görünürde süreklilik göstermekteydi, teknoloji ise kopuklukları günlük yaşamın bir parçası haline getirdi. Bence, günümüzde siber-devrimin böylesi bir coşkuyla karşılanması, yok edilen bir dünya için tutulan yasın maskelenmiş bir ifadesi. Belki de bundan ötürü, giderek artan sayıda insan kendi yaratısı olan dünyalarının bunaltısından kaçarak henüz dokunulmamış doğaya yönelme eğiliminde. Ancak bu kaçış girişimleri de projeler şeklinde "uygulandığından" kaybedilmiş cennetle buluşma genellikle bir yanılsama olarak yaşanıyor. Neyi denersek deneyelim, uygarlaştırılmış dünyanın zaman-mekân sıkışıklığından kaçabileceğimiz bir yangın merdiveni yok gibi.
Bir zamandır, dünyanın bir bölümü açlıktan ve yoksulluktan kıvranırken, diğer bölümü dev bir kumarhaneye dönüşmüş halde. Borsayla ilgili haberler televizyon ekranlarını sürekli meşgul ediyor, politikacılar ülke yönetimini şirket yönetiminden ayırt edemez halde. Paranın insanların dünyalarını sığlaştırmasının ona olan tutkuyu daha da pekiştirmesi sonucu oluşan kısır döngü neredeyse salgına dönüştü bir süredir. Parayla ilgili bu tartışma bana, yakın geçmişte gördüğüm filmdeki repliklerden birini hatırlattı nedense: "Sen hayatı hiç merak etmedin ki..."
Paranın sağladığı imkânlar her zaman önemliydi. Anonim bir özdeyişte dile getirildiği gibi, "Paranın mutluluk getirmediğine inananlar nerede alışveriş yapacağını bilemeyenlerdir." Ancak geçmişte, paranın anlamı ve yeri bugünkünden çok farklıydı. Eskiden paradan ulu orta söz edilmesi adaba uygun görülmezdi, domatesin ya da patatesin pazarda daha ucuz olup olmadığı gibi konuların sohbet aracı olmaktan öte bir anlamı yoktu; mülk edinme isteği kitle histerisine dönüşmemişti, kiralar zaten makuldü. Yoksullar bile paradan pek söz etmezdi, onurluydular; ayakkabı pençelenir, giysiler yamanırdı sessizce; aristokrasinin olmadığı, zenginle fakirin aynı eğlenceyi, hatta bazen aynı sofrayı paylaşabildiği bir kültürden geliyorduk. İktidar o zaman da önemliydi, ama para ve iktidar bugünkü kadar birbirine geçişmemişti. Arada bir miras çekişmelerinin duyulduğu olurdu; ama yalnızca "yakınma kültürü"nden olanlar parasızlıktan şikâyet ederdi ki bu olgu genellikle duygusal dünyaların fakirliğinden kaynaklanır. Ancak, gönül fukaralığının parayla ödünlenmeye çalışılması bugünkü kadar yaygın değildi. Parasızlıktan yakınma daha çok, dünyası giderek sığlaştığı için, parası olduğu halde yokmuş gibi davranan yaşlı insanlarda görülürdü. Batı dünyasında ise paranın bugünkü anlamını edinmesi oldukça gerilere gidiyor. Oscar Wilde vaktiyle şöyle demiş: "Günümüz insanları her şeyin fiyatını biliyor, ama hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar."
Yetişkinliğe adım atmak üzere olan gençlerin başlıca amaç olarak gördükleri bir diğer alan da para. İnternetteki bir psikiyatri forumunda adını vermemiş bir üyeden gelen bir soru ile karşılaştım: "Para ve gerçekliği arama birlikte var olabilirler mi?" Bir kaç gün sonra, Roygbiv adlı meslektaşımdan bu soruya şöyle bir cevap geldi: "Para bir kitle hezeyanıdır, daha doğrusu para artık bu hale gelmiştir. Bir yanılsamanın yadsınması onu hezeyana dönüştürür, hezeyan evrensel hale geldiğinde de kitle hezeyanına..."
Dünyanın belki de en sıra dışı coğrafi konumunda, kendine özgü bir alaşım olarak varlığımızı sürdürüyoruz. Bunun bazı bakımlardan ender bulunan bir zenginlik olduğunun farkında olmakla birlikte, aynı zamanda bizlere ne gibi açmazlar yaratmış ve yaratmakta olduğunu da yeterince bilmiyorum. Batı kültürel emperyalizmi ile Arap kültürel emperyalizmi arasındaki sıkışmamızın üstesinden gelememiş olmamız gibi. Karşılıklarını bilemediğim bu soruları, onlara ilgi duyabilecek okuyucularımın dikkatini çekebilme beklentisiyle ortaya koydum. Yaşadığımız açmazların, kendimizle başlayıp biten küçük dünyalarımızın ötesinde boyutları da olduğuna inandığımdan.
629 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.