Yavaş ve sessiz adımlarla yürüyordu. Bir elinde bavulu, diğer elinde sevdiğinden geriye kalan kırmızı bir mendili. Saçlarının uçları, hafif esen rüzgarla dans ederken, çevredeki ağaçların yaprakları arasından süzülen güneş ışığı yüzünde dans ediyordu. Gözleri, derin ve gizemli denizin maviliğini yansıtıyordu; kimi zaman dalgaların sakinliğini, kimi zaman da hırçınlığını taşıyordu. Bir yandan sinirli, bir yandan korkmuş bakışları vardı. Ama bakmasının bir sebebi vardı, o da zalime ayrılıktı. Her adımda geçmişle gelecek arasında sıkışıp kalan bir adamın portresi çiziliyordu. Yüzünde, hayatın cilveli yönlerine karşı kazanılmış derin çizgiler vardı; her biri, yaşadığı acıların ve sevinçlerin izlerini taşıyordu.
Son düdüğün çalmasıyla birlikte, trenin içine adımını attı. Ferah bir nefes alıp, etrafı gözden geçirdi. Koltuğuna yerleşirken, camdan dışarı bakarken içindeki hüzün, yolculuğunun izleriyle birleşti. Son bir kez camı açıp, titreyen bir sesle 'hoşça kal' dedi. Trenin içindeki sessizlik, onun ayrılığının ardından geriye kalan tek izdi. Gözleri, bir an için uzaklara kaydı; unutulmaz anılar ve geleceğe dair umutlar arasında kaybolup gitti...