Kendimizle başbaşa kalmamak ve iç sesimizi dinlememek için bin bir türlü bahane ve uğraş buluyoruz, kendi benliğini tanımaya, keşfetmeyi tenezzul bile etmemiş birine herkes bir şeyler satmaya başlar o da herşeyde kendini bulmayi çalışır. Bir film sahnesinde, bir roman kahramnında, bir çiçek kokusunda, bir Bahar akşamında, bir bülbül ötüşünde, bir çocuk bakışında, bir kahve kokusunda, bir vapur gelişinde...herşeyde kendini ararken içine bakmayı aklından bile geçirmez...kesin bildiğimiz tek şey var, o da yakında öleceğimiz. Insan çocukken sadece büyümek ister, gençken dünyayı kurtarmak ister batanın sadece kendisi ve iç dünyası olduğunu bildiği halde. Insan derdin, karanlığın, umutsuzluğun, isyanin, yoksulluğun, savaşın ta kendisidir. Bunu kabul etmek istemez de bunu dünyanın derdi sanar. Yaşadığımız hayat hülya mı gerçek mi bilmeden burdan göçüp gideriz, geride kalan ise perişan bir hayat, fark edilmemiş, bilinmemiş, yanlışlar, acılar, umutsuzluklarla dolu bir yaşam. Sadet, erdem, mutluluk kimi buldu da gelip bizi bulacak. Hayata dair, yaşama ve varoluşa dair sorduğumuz sorunun yanlışlığını sorguladık mi? Bu dünyaya huzur ve mutluluğu bulmak için gönderilmemişsizdir belki de, belki yapmamiz gereken tek şey asla bit şeyleri tam olarak anlayamayacağımız, kavuşamayacağımız gerçeğidir. Insan belki gerçekten pes ettiğinde rahatlar ve yaşamayı başlar...bilmiyorum sanki bir şeyleri çözmeyi çalışırken biraz daha dibe batıyor biraz daha iğteniyorum herşeyden...neden sürekli robotlar ve makineler gibi güncellenmek zorundayiz, her şeyi neden bilmemiz gerekiyor, herşeyi neden görmemiz gerekiyor, niye hep dışa dönük bir hayat yaşamalıyız, neden...