Ay ışığının olmadığı zifirî karanlık bir geceydi. Sekiz saat süren tahkimatta kürek
sallamaktan bitap düşmüştük. Gelibolu’nun zaten tekin sayılamayacak savaş alanı, ölülerden çıkan dayanılmaz kokularla daha da dehşet vericiydi. Gecenin nispeten sessiz bir saatinde birden Türk siperlerinden yükselen bir ses hepimizi şaşırttı. Bu bir türküydü. Gerçi sözlerini anlamıyorduk ama müthiş berrak ve güzeldi. Yüreklere işleyen bir tenor sesiydi. Bölgedeki herkes birden kulak kesildi. Ara sıra ateşlenen tüfekler de susmuştu. Hepimiz büyülenmiş gibi dinliyorduk. O türküyü söyleyen her kim idiyse bilmelidir ki o acılarla, iniltilerle, korkularla dolu savaş alanında, birçoğu yurtlarını bir daha göremeyecek askerleri ruhlarından kavrayan unutamayacakları bir anı yaratmıştır. İnansın ki yüzlerine bakılamayacak kadar kir içinde, kaba görünüşlü, fakat gerçekte tertemiz yürekli o dinleyici kitlesi, hiçbir konserdeki dinleyicilerin hissedemeyecekleri kadar bu türkünün etkisi altında kalmışlardı.
Onları çizen kalem değil de ben olduğuma göre, dedikle- ri bu muydu? Bilinçaltım neden yüz çizmekten kaçınmıştı? Bilinçaltı, köprü altı gibi bir şey mi idi? Yukarıda gün ışığındakiler ile aşağıda gölgedekiler gibi mi? Birbirlerinin varlıklarından haberdar olan ama her biri, sanki diğeri yokmuş gibi...