İftira demekten beni alıkoyan tek amil aklın yetersiz oluşu olabilirdi lakin beni bundan da men eden bariz bir husus oldu ki, incelemeyi yapan şahıs sözleri ile istediği yere çekmeye çalışıp cımbızladığı yerlerden hemen bir önceki cümleyi almamış olması. Evet o bir önceki cümle çekmek istediği alanı tümüyle yıkan yerlerdi.
1) İlk cımbızlanan yer, ki okuduğunu anlayanlar için her ne kadar açıksa da hemen bir önceki cümlesi okuduğunu anlayamayan yahut gerek cehalet olsun gerekse de başka sebeblerden içlerine koydukları -iyi niyetten olduğuna inandığım- iman kaybı korkusundan hasıl olan vesvese yüzünden anlayamayan kişiler için çekilen yerden tümüyle uzaklaştıracak evvelki cümleyle verildiğinde daha iyi anlaşılacaktır. Ben burada sadece biraz öncesinden alacağım lakin yoruma ise nereden gelip nereye gidildiği anlaşılsın diye evvelinden ve ahirinden sonraki birkaç paragraf ile paylaşacağım.
A•) "Evet, Şeriat’ın hükümleri dört vesikaya bağlıdır ve ilhâm buna dahil değildir; ama Şeriat’ın hükümleri dışında dine âit işler çoktur"
{Öncesinden ve sonrasından paragraflarla A•) serlevhalı yorumda paylaşacağım. }
°
2) İlhamda asalet mevzuu ve hanımefendinin buna yaptığı akıllara zarar yorumu...
Mirzabeyoğlu burada Allah'ın veli kullarının hallerinden bahsedip burada kat'î olmadıklarına işaret etmiş. Ve hemen bir evvelindeki sözlerinde istidrac mevzuunu da söz konusu etmiştir. İÇTİHAD görüş demek ve Ulemanın yorumu demektir. Malumdur ki biz mukallidler her ne kadar onları takip etsek de doğruya isabet etmeleri mümkün olduğu gibi doğruya isabet etmemeleri de mümkündür. Mirzabeyoğlu Hukuk Edebiyatı kitabında bu doğruya isabet etmemeyi yine yetkin olmadığı söylenen ilimden yola çıkarak ecir sahibi oldurmak nimetine ulaştıracağını da yazıyor. ... Mirzabeyoğlu burada hakiki ilhama işaret ederek doğrudan Allah'tan alınan ile görüş yoluyla ortaya konan arasında olan için bir asalet mevzuundan bahsediyor. Hanımefendi ise burayı estetik algısına bağlayıp Mirzabeyoğlu karizmatik gördüğü için bir asalet meselesinden bahis etmiş gibi bir şekilde algılamış...
"Madem ki, din, kitap ve sünnet ile kâmil olup
son şeklini aldı, bu tam olgunluk ve kemâlden
sonra “ilhâm”a ne lüzum vardır ve ne noksanlık kaldı ki, “ilhâm” ile tamamlansın?..
İlhâm, dindeki gizli olgunlukların bir aynasıdır. Dinde bulunan bir başka kemalât ve olgunluk değildir. Nasıl ki İÇTİHAD hükümlerin zâhir olması ise, İLHÂM da esrarın ve ince bilgilerin zâhir olmasıdır ki, bunu birçoklan anlayamaz.
Evet, İÇTİHAD ile İLHÂM arasındaki fark
açık ve bellidir; o GÖRÜŞ’e dayanır, bu ise GÖ-
RÜŞLERİ YARATAN’a dayanır. O hâlde ilhamda, içtihatta bulunmayan bir asalet vardır. İlhâm,
Peygamberlerin “mehaz-asıl alman kaynak” olan ilhâmlanna benzemektedir. Her ne kadar ilhâm zannî ve Peygamberlerin ilmi katî ise de..."
3) Yazar sizin dediğiniz gibi şeriat ve tasavvufu bir ve eş görmüyor... Şeriat için bir erişin olduğunu sizin de yazdığınız gibi bütün bu incelik ve takvaya varışın tasavvufta olduğunu söylüyor. Erdirme işini sağlaması yönüyle tasavvufa işaret ediyor. Ve burada sizin demeye çalıştığınız gibi "İmanın şartı " olarak görmüyor. Lakin dinde muttakiler seviyesine ulaştırmak gayesine bağlılığı sebebiyle ulvi görüyor. Abeslik bunun neresinde. Şeriata tâbi olan, şeriat hükümlerine tabi olan kişiler "İÇ"e ulaşmadan dış ölçüler ile bunu nasıl ve ne derece sağlayabilirler ki?.. kaldı ki bu tabiiyet "İÇ" ölçülere ulaşmadan ne derece bir bağlılık ifade edebilir.?
(İslâm’ın dışı Şeriat, içi Tasavvuf... O’nu, -Kâinat’ın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisi’nin üzerinde bütün hilkat mimarisinin
ışıldadığı bir saray farzedecek olursanız, Şeriat o sarayın dışı, Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, varış ve erişler de içeride... İslâm’ın topyekûn ruhu, hikmeti, ahlâkı, edebi, eşya ve hâdiselere bakışı, bu dünya ve ötelerin dış ve iç nizâm sırrı , var oluş sebebi, ölümsüzlük yolu, bütün illiyetler ve gâiyetler, her şey, her şey tasavvufta... Tasavvufun, “Allah, kâinatı insan için, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı” hadîsinden mülhem düsturu, bu suretle nihaî hesabı mutantan şekilde verilen oluş sırrının, biri dış rejim, Şeriat, öbürü de iç rejim, Tasavvuf olarak her ikisi de birbirinden kopmaz, ayrılmaz ve tecezzi
etmez bir bütün hâlinde en parlak ifâdesidir.)
3) "Çarşaf"a torba denildi! Burada meselenin çarşaf olmadığı çok bariz açık onun için pek laf edemeyeceğim. Herşey bedahatler hâlinde. Söz konusu tabir keyfiyetinden soyutlanmış çarşafı şerif için kullanılmış. Ve yazı türbanlıların tıpkı ilkçağda insan mı değil mi tartışması yapılan kadınlar gibi cemiyet dışına itilen Müslüman kadınlara yapılan zulümler ve bundan doğan İslami eylemler üzerine yazılmış. İslâm kadının cemiyetten soyutlaması hedef alınmıştır. Muhtemelen çarşaf kelimesi de o şartlar içerisinde yani Müslüman kadınların ademe sürüklenmek istenildiği devirde bunu yapmak isteyen bazı cemaat veyahut kişilerin bunu isteyenlere yardım edermişçesine kadını hapsetmesine değinip yazılmıştır. Ve İslâm kadınlarının cemiyette bulunmakta hak sahibi olduklarını söylüyor (çok tuhaf değil mi, birileri haktan mahrum ediyor ki o bunları yazıyor, ilginç tepkiler bi de artık işin saçmalık nirvanası) Bunda da öncesi ve sonrasını paylaşacağım hiçbir şeriat kaidesine muğayir bir ölçünün kabul etmediğini açıklıyor Mirzabeyoğlu. Necip Fazıl Kısakürek'in de keza çarşafla alâkalı bir meselesinin olmadığını Raporlar'ında (Aynı zamanda Salih Mirzabeyoğlu'nun KAVGAM kitabında geçer) rahmetli ninesini çarşaflı elbisesi ile enfes bir şekilde iffet abidesi olarak anlatışından anlayabilirsiniz. Neyse alıntıları tam vermem herşeyi ifade edecektir.
"Her madde, her mânâ ve her şey gibi kadının
da bütün vücut hikmeti, keyfiyeti ve mevkii İslâmda... Kadın, İslâmda, her şeyden evvel derin bir haya mevzuudur; ve bütün mahrem köşeleriyle çepeçevre hisarlar ortasında yükselen bir saray gibi, edep, ismet ve gizlilik surlariyle halkalanmıştır.
İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek tel saçın bile dâhil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedar bir unsur olabilir.
Kadını kafes arkalarma ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece ve bir ân için cemiyet koridorundan geçirivermek, İslâmî ölçü ve gereklerin emrettiği bir iş değildir. Her bakımdan mükemmel olan dine bir şey eklemek veya ondan bir şey eksiltmek,
dini anlamamaya ve nihayet ya ham ve kaba softalığa veya kör-kütük anlayışsızlığa varacağına göre, asırlar boyunca cemiyetimizde kadının halini, dinî vecd ve idrâkten mahrum ham ve kaba softaların eseri diye mütalâa ve bu hâlden İslâmiyeti tenzih etmek lâzımdır. Şerî ölçülere bürülü olarak kadın, İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve verim sahasında, bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.
Kadın, mücerret olarak kadın, mücerret güzellik ölçüsüyle, ancak İslâm şeriatinin gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki, tesir, ve kıymetinin azamîsine ulaştırılmıştır. Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırçıplak etin vahşetini esirî bir tılsıma götüren ÖRTÜ SIRRI, münhasır estetik göziyle de yalnız İslâmdadır."
Pek müsait şartlar altında yazamadığım için belirli bir tertibi yakalayamamış olabilirim. Hayatta karşılaştığım yoğunluğa verin. Sadece Allah rızası için yazdım. ALLAH yolunda canını feda eden bütün müslümanların ruhuna, el Fatiha!