Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

372 syf.
·
Puan vermedi
·
3 günde okudu
"Belki de sınırları aşmak, sadece mekânları ve kişileri değil, kimlikleri ve hatta geçmişi bile değiştirebilir." Kitabı bitirip, arka kapağındakini bu yazıyı okuduğunuzda, 372 sayfalık bu sarsıcı maceranın sonunda iç içe geçmiş kurgu-yalan-gerçek-hayal-rüya keşmekeşi üzerinden yaşadığınız kafa karışıklığınız, algı karmaşasıyla dumur oluşunuz ve romanın size yaşattığı envai çeşit hissiyat belki de hafızanızdan hiç silinmeyecek…
Stephen King
Stephen King
‘in de belirttiği gibi: “Her zaman yazacağım kitapların bir tür kişisel saldırı gibi olması gerektiğini düşündüm ki, bence her romancı böyle yapmalı. Masanın karşı tarafından biri uzanıp iki eliyle yakanıza yapışmış ve sizi tartaklamış gibi bir his bırakmalı. Aklınızı başına getirmeli… Eğer bir okurdan ‘yemeğim boğazımdan geçmedi’ diye bir mektup alırsam, o anki hissiyatımı ancak harika sözcüğü özetleyebilir.”
Agota Kristof
Agota Kristof
adını ilk kez
Haruki Murakami
Haruki Murakami
‘nin
Rüzgarın Şarkısını Dinle
Rüzgarın Şarkısını Dinle
kitabının sonundaki sunuş yazısında yazarlık serüveninin nasıl başladığından bahsederken okuyup not almış, ama burada özellikle bahsi geçen
Büyük Defter
Büyük Defter
‘in de dahil olduğu üçlemeyi okumayı yıllardır ertelemiştim, ta ki bu zamana kadar… Murakami bu sunuş yazısında “Karmaşık, bilgece bir şeyler yazmaya çalışmayı bırak” der, kendisine. “Roman ve edebiyat hakkındaki tüm yerleşik düşüncelerini unutup duygu ve düşüncelerini sana geldiği haliyle kaydet, özgürce, canın nasıl istiyorsa öyle.” Sonra da, romanını İngilizce yazmaya başlar. Fakat, sadece basit ve kısa cümleler yazabilmektedir. Dil sade olmalıdır, düşünceler anlaşılması kolay bir şekilde ifade edilmelidir, betimlemeler konu dışı fazlalıklardan arındırılmalıdır, tarz belirginleştirilmelidir vs. Murakami’nin ilk önce İngilizce yazıp, sonra onu Japoncaya “çevirmek”le yapmaya çalıştığı şey, ona daha özgür hareket imkânı sağlayacak, süsten uzak, “nötr” bir tarz yaratmaktır. Öyle bir Japonca tarzı oluşturmak istiyordur ki, kendi doğal sesiyle yazabilsin. Murakami çok sonraları
Agota Kristof
Agota Kristof
’u keşfeder; yabancı bir dilde yazarak yeni ve sadece kendine özgü bir tarz ortaya çıkarmıştır, Macar asıllı bu yazar. Cümlelere dayalı güçlü bir ritmi vardır yazdıklarının; sözcük seçimi dolambaçlı değil doğrudandır ve betimlemeleri tam yerinde, duygusal yükten muaf, romanları bir gizem örtüsü altında saklanmakta, bu da yüzeyin altında önemli bir şeylerin olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Ne var ki,
Agota Kristof
Agota Kristof
‘un romanlarını ana dili olan Macarca değil de, Fransızca yazması keyfiyetten değil, mecburiyetten kaynaklanmaktadır. Şöyle ifade eder bu durumu, Agota Kristof: “Biliyorum ki, asla Fransız yazarların doğuştan yazdığı gibi Fransızca yazmayacağım, ama elimden geldiğince yazacağım. Ben bu dili seçmedim. Bana kader, şans, koşullar tarafından dayatıldı. Fransızca yazmak zorundayım. Bu bir meydan okumadır. Kelimelerle değil, yüreğiyle yazan birinin meydan okuması.”
Agota Kristof
Agota Kristof
hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek istedim; lakin yazarın 2004 yılında yayımlanan otobiyografik eseri
L'Analphabète
L'Analphabète
'in Türkçe çevirisi olmadığından ben de aynı eserin İspanyolcasını
L'analfabeta
L'analfabeta
‘yı okumak suretiyle merakımı bir nebze de olsa gidermiş oldum, diyebilirim.
Agota Kristof
Agota Kristof
11 bölümden oluşan bu kitabın başında henüz 4 yaşındayken okuma hastalığına yakalandığını belirtir: “Elime geçen her şeyi, gözlerimin altında okudum: gazeteler, okul kitapları, posterler, sokakta bulunan kağıt parçaları, yemek tarifleri, çocuk kitapları. Yazılı olan her şey.” O henüz dört yaşındayken savaş başlamıştır. İstasyonu, elektriği, akan suyu, telefonu olmayan küçük bir köyde yaşamaktadır, babası köydeki tek öğretmendir. Çok küçük yaşlardan itibaren hikâyeler anlatmayı sevmektedir. Kendi kendine icat ettiği hikâyeler. En çok sevdiği şey, kendisinden üç yaş küçük kardeşi Tila'ya hikâyeler anlatmaktır; kendisinden bir yaş büyük Yano’ya da muzipçe şakalar yapmak. Dokuz yaşındayken nüfusun en az dörtte birinin Almanca konuştuğu bir sınır kasabasına yaşamaya gider. Burası
Büyük Defter
Büyük Defter
‘de bahsi geçen ‘küçük şehir’dir; yani şimdiki Macaristan’ın Vas iline bağlı bir kasaba olan "Kőszeg". i.hizliresim.com/cjejhyg.jpg Macarlar için, Avusturya egemenliğini hatırlattığı için Almanca düşman bir dildir ve aynı zamanda o zamanlar ülkesini işgal eden yabancı ordunun dilidir. Bir yıl sonra, ülkesini işgal eden başka askerler olur, bu sefer. Rus dili okullarda zorunlu hale gelir, diğer tüm diller yasaklanır. Ailesinden ve kardeşlerinden ayrı olarak, bilinmeyen bir şehirdeki yatılı bir okula girdiğinde, ayrılığın acısına katlanmak için tek bir çözümü vardır: YAZMAK… Yatılı okula girdiğinde on dört yaşındadır. Yatılı okul ona göre, bir kışla ile manastır arasında, yetimhane ile ıslahevi arasında bir şeydir. Yatılı okuldaki zorunlu sessizlik saatleri boyunca, bir tür günlük yazmaya ve kimsenin okuyamayacağı gizli bir kutsal kitap icat etmeye başlar. Ona, kızıp köpürdüklerini, üzüntülerini, geceleri yatakta sessizce ağlamasına sebebiyet veren her şeyi yazar. Kardeşlerinin, ailesinin, yabancıların yaşadığı aile evinin kaybının ve her şeyden önce kaybettiği özgürlüğünün yasını tutar. Yatılı okulda, ışıklar gece saat onda sönmekte ve hâlâ okuyacağı bir şey varsa, yankılanan ışıkta okumaktadır. Sonra, ağlayarak uykuya daldığında, cümleler geceleri doğar: “
Dün
Dün
her şey daha güzeldi, Ağaçlarda müzik Saçlarımdaki rüzgar ve uzanmış ellerinde Güneş." Biraz para kazanmak için okulda, teneffüslerde, yirmi dakika süren bir performans düzenlemektedir. Diyalogları kendisi yazar ve birkaç arkadaşına da ezberletir. Gösterilerde çok başarılı olurlar, karşılığında seyircilerden parayı ya da yiyeceği belirsiz bir şekilde kabul ederler; ancak, gerçekte en büyük ödülleri insanları güldürmenin mutluluğudur. “Bir insanın ölümü trajiktir, on insanın ölümü dramatiktir. Bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir.” diyen,
Josef Stalin
Josef Stalin
mart 1953’te ölür. Binaların üstünde kırmızı ve siyah bayraklar dalgalanmaktadır.
Agota Kristof
Agota Kristof
’un aynı görüşlere sahip olduğu büyük muhalif Rus dansçı Rudolf Nureyev fikirlerini şöyle dile getirmektedir: "Stalin'in öldüğü gün kampa gittim. Olağanüstü bir şeyin olmasını, doğanın trajediye cevap vermesini bekledim. Ve hiçbir şey. Deprem yok, işaret yok." Hayır. "Deprem" ancak otuz altı yıl sonra geldi ve doğanın değil, halkların bir tepkisiydi. Bunca yıldır "babamızın" gerçekten ölmesini, "ışıltılı fenerimizin" sonsuza dek sönmesini beklemek gerekiyordu. En azından öyle umalım. Vicdanında kaç kurban vardı? Kimse bilmiyor. Romanya'da ölüler hala sayılmaktadır; Macaristan'da 1956'da 30.000 kişi vardı. Asla ölçülemeyecek olan şey, diktatörlüğün Doğu ülkelerinin felsefesinde, sanatında ve edebiyatında oynadığı hain roldür. Sovyetler Birliği, ideolojisini onlara dayatarak, yalnızca bu ülkelerin ekonomik kalkınmasını engellemekle kalmamış, aynı zamanda ulusal kültürlerini ve kimliklerini boğmaya çalışmıştır.” Yirmi bir yaşındayken, Fransızca konuşulan bir şehir olan İsviçre'ye vardığında, kendisi için tamamen bilinmeyen bir dille karşı karşıya kalır. Bu dili fethetme mücadelesi, ömür boyu sürecek uzun ve şiddetli bir mücadele olacaktır.
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan
üçlemesi yayınlanıp üne kavuştuktan sonra bile şöyle diyecektir,
Agota Kristof
Agota Kristof
: “Otuz yıldan fazla bir süredir Fransızca konuşuyorum, yirmi yıldır yazıyorum, ama hâlâ bilmiyorum. Sık sık danıştığım sözlüklerin yardımı olmadan yazamam. Bu yüzden diyorum ki, Fransız dili de(Almanca ve Rusça gibi) düşman bir dildir. Ama başka bir neden daha var ve en ciddi olanı: Bu dil benim ana dilimi öldürüyor.” Neuchâtel'de yerleşik düzene geçtikten birkaç hafta sonra Fontainemelon'daki bir saat fabrikasında çalışmaya başlar, Agota Kristof. Tıpkı
Dün
Dün
romanında olduğu gibi. “Her gün beş buçukta kalkıyorum. Kahvaltıdan sonra bebeğimi görüyorum, giyiniyorum ve beni fabrikaya götürecek altı buçuktaki otobüsü bekliyorum. Kızımı kreşe bırakıp fabrikaya gidiyorum. Öğleden sonra saat beşte ayrılıyorum. Küçük kızımı kreşten alıp tekrar otobüse biniyorum. Köydeki küçük dükkanda biraz alışveriş yapıyorum, ateşi yakıyorum (dairede ısıtma yok), evi tamir ediyorum, kızımı yatağa koyuyorum, bulaşıkları yıkıyorum, biraz yazıyorum ve yatağa gidiyorum. Şiir yazmak için fabrika iyidir. İş monotondur, başka şeyler hakkında düşünebilirsiniz, çekmecemde bir yaprak kağıt ve bir kalem var. Şiir şekillendiğinde, onu yazarım. Geceleri de onları başka bir deftere temize çekerim.”
Agota Kristof
Agota Kristof
nasıl yazar olduğunu şöyle anlatıyor: “Nasıl mı yazar olunur? Her şeyden önce, elbette yazmalısın. O zaman yazmaya devam etmelisin. Kimse ilgilenmediğinde bile, hiç kimseyi ilgilendirmeyeceği izlenimine sahip olsak bile. El yazmaları çekmecelere yığıldığında ve başkalarını yazmayı unuttuğumuzda bile.” “İsviçre'ye geldiğimde yazar olma umutlarım neredeyse sıfırdı. Bir Macar edebiyat dergisinde bazı şiirler yayınladığım doğrudur, ancak çalışmalarımı yayınlama şansım orada kaldı. Ve birkaç yıllık sabırsızlıktan sonra, sonunda Fransızca iki oyun bitirmeyi başardığımda, tam olarak ne yapmam gerektiğini, nereye göndereceğimi, kime göndereceğimi bilmiyordum. John et Joe adlı ilk oyunum, Neuchâtel'deki Café du Marché'de bir tavernada sunuldu. Cuma ve cumartesi günleri, akşam yemeğinden sonra, bazı amatör aktörler orada "kabare akşamları" düzenledi. Böylece dramatik bir yazar olarak "kariyerim" başladı. Birkaç ay boyunca icra edilen bu çalışmanın başarısı o dönemde bana büyük mutluluk getirdi ve yazmaya devam etmem için beni cesaretlendirdi.” “İki yıl sonra, eserlerimden bir diğerinin prömiyeri, Neuchâtel yakınlarındaki küçük bir köy olan Saint-Aubin'deki Théâtre de la Tarentule'de yapıldı. Sanatçılar aynı zamanda amatördü. ‘Kariyerim’ burada duruyor gibi görünüyor ve düzinelerce el yazmam yavaş yavaş bir kitaplığın üstünde yaşlanıyor. Neyse ki, birisi bana metinlerimi radyoya göndermemi tavsiye ediyor, bu da diğer "kariyerimin" başlangıcı olacak, radyo yazarınınki. Metinlerim profesyonel aktörler tarafından yorumlanıyor, daha doğrusu okunuyor ve otantik telif hakkı alıyorum. 1978-1983 yılları arasında Fransızca konuşan İsviçre Radyosu beş eserimin prömiyerini yaptı ve hatta ‘Çocukluk Yılı’ vesilesiyle bir komisyonum bile vardı”. “Bu nedenle tiyatroyu terk etmiyorum. 1983 yılında Neuchâtel Kültür Merkezi tiyatro okulu ile çalışmayı kabul etti. Benim işim on beş öğrenci için özel bir çalışma yazmak. Bu işi çok seviyorum, bütün provalara katılıyorum. Genel olarak, kurslar her türlü vücut ifade egzersizi ile başlar. Bu egzersizler bana çocukken erkek kardeşim veya bir arkadaşımla yaptıklarımı hatırlatıyor. Sessizlik egzersizleri, hareketsizlik, oruç tutmak... (Tanıdık geldi mi?
Büyük Defter
Büyük Defter
‘i okuyanlar mutlaka hatırlayacaklardır.) Çocukluk anılarım hakkında kısa hikâyeler yazmaya başlıyorum. Bir gün bu kısa metinlerin bir kitap haline geleceği aklıma gelmiyor. Ancak, iki yıl sonra, masamda, gerçek bir roman gibi, başlangıcı ve sonu olan tutarlı bir hikâye içeren bir defter var. Metnin prezentabl olduğunu düşünene kadar hâlâ yazmamız, düzeltmemiz, tekrar makinelememiz, kalanları ortadan kaldırmamız, daha da düzeltmemiz gerekiyor. Bu noktada el yazması ile ne yapmam gerektiğini de çok iyi bilmiyorum. Kime göndermeliyim? Kime vereceğim? Herhangi bir editör tanımıyorum, birini tanıyabilecek kimse yok. L'Âge d'Homme'un baskılarını belli belirsiz düşünüyorum, ama bir arkadaşım bana şöyle diyor: ‘Paris'te üç büyüklerle başlamalısın.’ Bana üç büyük yayınevinin yönünü getiriyor: Gallimard, Grasset ve Seuil. Yazının üç kopyasını hazırlıyorum, üç paket hazırlıyorum, üç özdeş mektup yazıyorum: ‘Sayın Müdür...’ E-postaya götürdüğüm gün, en büyük kızıma duyuruyorum: ‘Romanımı bitirdim.’ Bana şöyle diyor: ‘Evet? Ve birisinin sizin için düzenleyeceğini düşünüyor musunuz?’ Ona diyorum ki: ‘Evet, kesinlikle. Gerçekten de hiç şüphem yok. Romanımın iyi bir roman olduğuna ve sorunsuz bir şekilde yayınlanacağına dair inancım ve kesinliğim var. Bu yüzden, dört ya da beş hafta sonra, el yazmam Gallimard'dan ve Grasset'ten sonra, kibar ve kişisel olmayan bir ret mektubu eşliğinde geri döndüğünde hayal kırıklığına uğramaktan daha çok şaşırıyorum. Kendime, kasım ayında bir öğleden sonra bir telefon aldığımda diğer yayıncıların adreslerine bakmam gerektiğini söylüyorum. Gilles Carpentier, Éditions du Seuil'den. Bana el yazmamı yeni okuduğunu ve çok güzel bir şey okuyalı yıllar olduğunu söylüyor. Bana ikinci kez okuduğunu ve yayınlamayı planladığını söylüyor. Ancak bu birkaç kişinin onayını gerektirir. Birkaç hafta sonra beni tekrar arayacak. Bir hafta sonra beni arayarak ‘Sözleşmeni hazırlıyorum" dedi.” “Üç yıl sonra çevirmenim Erika Tophoven ile Berlin sokaklarında yürüyorum. Kitapçıların önünde duruyoruz. Vitrinlerde, ikinci romanım
Kanıt
Kanıt
var. Evimde, bir kitaplıkta duran
Büyük Defter
Büyük Defter
on sekiz dile çevrildi.” (*Günümüzde kırktan fazla dile çevrilmiştir.) “Berlin'de, akşamları, bir okuma akşamımız var. İnsanlar beni görmeye, dinlemeye, soru sormaya geliyorlar. Kitaplarım hakkında, hayatım hakkında, yazar olarak kariyerim hakkında. İşte sorunun cevabı: Kişi sabır ve inatla, yazdıklarına olan inancını hiç kaybetmeden yazarak yazar olur.”
Büyük Defter
Büyük Defter
: Üçlemenin ilk kitabı olan bu roman,
Agota Kristof
Agota Kristof
‘un çocukken Kőszeg'deki savaşı kardeşi ile birlikte nasıl deneyimlediğinin bir yansımasıdır, aslında. İlk yazmaya başladığında yazarın kendisi ve onun erkek kardeşi anlatıcıdır, ama Fransızca'da ben ve o tanımlamasının çok garip olduğunu düşünen yazar, bunu Fransızca’da “nous” olan “biz” olarak ifade eder, bu yüzden kimin konuştuğunu açıklamak zorunda kalmaz. Neticede, nevi şahsına münhasır bir tarz oluşturur. Kitap tamamen otobiyografik değildir, ama içinde oldukça fazla gerçek barındırmaktadır. Roman, küçük yaştaki ikizlerin büyük şehir’den taşraya götürülmesi ile başlıyor. Anne çocuklarını, cadı lakaplı anneanneye emanet etmek zorundadır. Bomba sağanağı altındaki büyük şehir korunmasızdır, savaş tüm hızı ile sürmektedir. Savaş muhabiri olan ikizlerin babası da altı aydır cephede görev yapmaktadır. İkizler kendilerini bedensel ve zihinsel olarak eğitmeye başlarlar. Ellerinde sadece Kutsal Kitap ve babalarından kalan sözlük vardır. Kompozisyonlar yazıp birbirlerine okurlar. Yazdıkları “iyi değil” ise yakıp, “iyi” ise Büyük Defter’e temize çekerler. “İyi” ve “iyi değil” için çok basit kuralları vardır: Kompozisyon “gerçek” olmalıdır. Olanı yazmalıdırlar, gördüklerini, duyduklarını ve yaptıklarını… Örneğin “Anneanne bir Cadı’ya benziyor yazmak yasaktır, ama “insanlar Anneanne’ye Cadı diyor” yazmak serbesttir. Üçlemenin bu ilk romanında, karakter isimleri, yer adları ya da bir tarih belirtilmemiştir. İkizler zamanla, savaşın tüm herkese dayattığı acımasız koşullar çerçevesinde iyilik ya da kötülüğü kişiselleştirmeden, tüm etik unsurları hiçe sayarak yaşamayı öğrenirler.
Büyük Defter
Büyük Defter
yönetmen János Szász tarafından 2013 yılında filme uyarlandı. İzlemek isteyenler için: siyahfilmizle.info/buyuk-defter-th...
Kanıt
Kanıt
: Üçlemenin ikinci kitabında, ikizlerin isimlerinin Lucas ve Claus olduğunu öğreniriz. Sınırı geçip diğer ülkeye göçen Claus’tur ve geride kalan Lucas ikizinin bir gün mutlaka geri döneceği umuduyla yaşamaktadır, çünkü öyle sözleşmişlerdir. Lucas bu sefer başına gelenleri biz diliyle değil, ben diliyle yazar. Lucas henüz on beş yaşındayken, gayrimeşru bebeğini derede boğmak üzere olan bir kadını ve onun sakat çocuğunu yanına alıp onlarla yaşamaya başlar. Bir süre sonra da kütüphanede görüp annesine benzettiği Clara’yla gecelerini geçirmeye başlar. Bu arada, ülkesindeki yönetim yine el değiştirmiştir. Yeni bayraklar dalgalanır adsız ülkenin semalarında, yeni liderlerin fotoğrafları asılır dört bir yana. Öncesine oranla değişmeyen tek şey, halkın uğradığı zulümdür. Kitabın sonlarına doğru okuru bir sürpriz beklemektedir.
Üçüncü Yalan
Üçüncü Yalan
: Üçlemenin sonuncusunda, önceki iki kitapta anlatılanların tam tersi bir durum ortaya çıkıp, tüm ezberi bozar. Yalanla gerçeğin, hayalle kurgunun birbirine karışacağı, okurun algı karmaşasını ziyadesiyle yaşayacağı bu bölümü spolier vermemek adına bir alıntıyla sonlandırıyorum: “Kendi hikâyemi anlatmak istediğimi söylüyorum ona, ama yapamıyorum, cesaretim yok, hikâyem çok canımı acıtıyor. Bunun üzerine her şeyi güzelleştiriyorum, olayları oldukları gibi değil, olmasını istediğim gibi anlatıyorum.” (s.267)
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü YalanAgota Kristof · Yapı Kredi Yayınları · 20193,040 okunma
··
1 artı 1'leme
·
4.230 görüntüleme
Necip G. okurunun profil resmi
Hocam emeklerinize sağlık öncelikle. Bazı eserlerin başında 'sunuş' bölümü olur ya, sizi bir anlamda esere hazırlar; o nitelikte, o kalitede bir inceleme kaleme almışsınız. Hatta bana göre YKY bunu en başarılı uygulayan yayınevidir. Bu metni görseler eminim üçlemenin başına dahil ederlerdi:) Belli ki yazarı çok sevmiş, peşinden gidip daha fazla tanımaktan da keyif almışsınız. Bu da satırlara yansımış. Bir başka dikkatimi çeken konu da sanırım YKY üçlemeyi tek kitapta toplamış. Bu da okumaya teşvik ediyor aslında. Yazarı ve eserleri daha önce duymamıştım. Şimdi sadece duymakla kalmadım, bir ortamda adı geçse, üzerine ahkam kesecek kadar bilgi sahibi de oldum:) Bunu sizin emeğinize borçluyum... Keyifli okumalar dilerim...
Esas Adam okurunun profil resmi
Çok teşekkür ederim :) Agota Kristof'un bu üçleme dışında sadece Dün romanı Türkçeye çevrilmiş. Seksen sayfalık otobiyografik eserinin İspanyolcasını okudum. Bunların haricinde tiyatro eserleri ve iki ciltlik şiir derlemesi var ve tabii ki onların da Fransızca baskısı mevcut. Özellikle bu üçlemeyi okursanız şayet, sizin de beğeneceğinizi düşünüyorum.
FatmaYıldız okurunun profil resmi
Olağanüstü...Okuma budur. Nasıl nitelikli bir okur olunurun vücut bulmuş halisiniz...Emeğinize sağlık...
Esas Adam okurunun profil resmi
Çok teşekkür ederim, değerli yorumunuz için :)
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.