Gönderi

Devrin bizdeki çehresi biraz da sanata verdiği üstün yerden gelir. Sanatın bir adım ötesinde ufuk tahammül edilmeyecek kadar boğucudur. Öyle ki insan, devrin şurada burada tek tük rastlanan hâtıraları ile karşılaşınca ister istemez Şeyh Galib'in: Perişâni-i gam menşuruna tuğra mıyım bilmem mısraını hatırlıyor. Hayır bu altın, bir yıkılışın üstünde parlıyordu. Bu mısraın bulunduğu müseddesin hâne beyiti ise Şeyh Galib'in bence tek kehanetidir: Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâhuda nâbud Adem sahillerin tuttu deriga bang-ı nâmevcud! Şüphesiz bunda en büyük mesuliyet padişahındı. Bu hükümdar giriştiği işi tutacak kudrette değildi. Ne de bu cinsten büyük bir değişiklik için zarurî olan bilgiye ve şahsiyete sahipti. Devri çakırpençe insan istiyordu. III. Selim'de ise bu yoktu. Onun için diktiği yenilik ağacı ancak kanıyla sulandıktan sonra tutunabildi ve çiçek açtı. III. Selim'in beste ve âyinlerini şimdi bizim için o kadar derin ve mânalı yapan şey, iyi niyeti, yenilik aşkı gibi faziletlerini karşılayan cihangirlik hulyası, tereddütleri, yeis ve füturu, hulása, bütün bir kompleks psikoloji yüzünden milletçe yaşadığımız kanlı ve hazin macera mıdır? Hayatını ve yarıda bıraktığı işleri, imparatorluğun yelken ve dümenine kadar suya batmış bir gemiye benzeyen felâketli manzarasını bilen bizler, bugüne ait his ve o düşüncelerimizi teşmil ederek mi bu eserlerle karşılaşıyoruz? Yoksa onlar gerçekten, şimdi duyduğumuz şekilde, bütün bir inkıraz korkusu, inkıraz zevki, azaplar, tehlikeli sezişler, nefis ithamları ve kaçışlarla zengin olarak mı bize geliyorlar?
Sayfa 195
·
17 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.