YouTube kitap kanalımda Martı Jonathan Livingston kitabını çizimlerimle yorumladım: ytbe.one/uBDduz00kx4
Bana gülüyorsunuz çünkü ben farklıyım, ben de size gülüyorum çünkü hepiniz aynısınız. Evet bu cümle, lisedeyken ergen zamanlarımızda hayata karşı atarlanmışken kullandığımız kapaklı sözlerden sadece biriydi. Ama bakın, bu sefer çok farklı birisiyle karşı karşıyayız gerçekten de, onun adı Jonathan Livingston.
Sadece bir martı, bunu ben de biliyorum fakat aklında geçinip gitmekten, Balık Üniversitesi'nden o uçabileceğine dair mesleki yeterlilik belgesini almaktan ya da sadece yemek yemekten daha önemli şeyler olan bir martı. Uçmak. Daha hızlı uçmak. Daha yükseklere uçmak!
Kuşların ana amaçlarının uçma eylemi olduğunu ben de biliyorum. Fakat biz insanların da ana amacı yaşamak iken kaçımız yaşayabiliyor ki sanki? Kaçımız bir gün bile olsa kendi çizgisinin dışına taşıp yaşamın tadına vararak yaşatabiliyor kendini?
Nasıl ki Jonathan gibi bazı martıların tek amacı yemek yemek değil iken, zamanında inşa edilmiş piramitlerin de tek amacı tabii ki de sadece firavunlara mezar olmak değildi. Piramitlerin Jonathan'ı olan Keops da Kefren ve Mikerinos'la konuşurken kendilerinin içinde olan gizli ve mistik güçlerin farkındaydılar en başından beri. Sadece diğer piramitlere belli etmezlerdi bunu. Aynı, biz insanların martılara ve dolayısıyla hayata bakış açımızın dümdüz ve detaysız olması gibi, bazı martıların da hayata bakış açıları dümdüz ve oldukça detaysızdı. Nasıl Cesur Yeni Dünya'nın Ford Sistemi'nde doğan bebeklerin neredeyse hepsi aynı doğuyorsa, martıların dünyasında da neredeyse bütün martılar klon gibiydi.
Fakat bir ütopyaydı zaten Martı Jonathan Livingston. Aslında bütün martıların olmak isteyip de olamadığı, geçici hayat meşgalelerinden bir türlü o ütopyayı gerçekleştirmeye zaman bulamadığı, ana amacın sadece uçabilmek olduğu alabildiğine özgür bir ütopyaydı.
Aslında hepimizin martıbüslerdeki tutamaçlara tutunurken ve insanlar arasında sıkışıp sessiz kalırken, asansörlerde tanımadığımız insanlara sırtımızı dönerken ve bekleme salonlarında yanımızdaki insanların dertlerini kendi derdimizmiş gibi düşünürken delicesine bağırarak halay çekmeyi, çıldırmayı, içimizden ağzımıza gelen her şeyi gerçekten de tam olarak söylemeyi, en önemlisi de içimizden gelen ve ertelediğimiz bütün eylemlerin, bütün kendiliklerimizin dışarı dökülmesini arzulamaktı bir nevi Martı Jonathan Livingston.
Benimle uçmak ister misin bu gece
Yükseklerde olmaktan korkar mısın
Topraktan ayrılalım bir süre için
Dünya bir yere kaçmaz
Biz yüzerken göklerde
Gel benimle ol unut bütün dertlerini
Rüzgar bizi bekler daha fazla vakit kaybetmeyelim, derken belki de haklıydı Yavuz Çetin.
Hepimiz uçmak istiyorduk çünkü bu gece ve her gece, Hezarfen Ahmet Çelebi'den Elon Musk'a kadar herkes uçmayı istiyordu daha doğdukları günden beri. Cemal Süreya boşuna dememişti Kısa adlı şiirinde "Hayat kısa, kuşlar uçuyor." diye. Dünyanın bir yere kaçmayacağını onlar da martı Jonathan gibi çok iyi biliyorlardı ki onlar da en güzel martılara binip bizi burada, bu ilginç dünyada bırakıp gitmişlerdi.
Ve o iyi insanlar o güzel martılara binip gitmişlerdi çoktan ve biz de kendi başımıza demirin tuncuna ve martının cahiline kalmıştık.
Ama sonra, her şeyin içine ettiğimiz gibi böyle masumca bir duygunun da içine ettik. Önümüze gelen ne varsa putlaştırdık, kendi hedeflerimizi, değerlerimizi ve hayata geliş amaçlarımızı unuttuk. Kendimiz de yetmiyormuşuz gibi bu kendi ürettiğimiz putlara ve garip ritüellere başka insanları da alet ettik. Asıl amaç daha en başında adam gibi yaşamak iken birden para, siyasi iktidar, dini otorite, liderlik gibi amacımızın dışında putlar keşfettik. Bunlara harika şekiller verdik ve onlara bir güzel tapmaya başladık, ta ki kendimizi unutana ve kaybedene kadar.
Neyse ki azınlıkta da olsa, hala martı Jonathan'lar vardı aramızda. Bizi bizden daha iyi tanıyan, bizi herhangi bir çıkar uğruna değil de sadece biz için, sadece uçmak için tanımak isteyen o bazıları.
Martı demişken, Attila İlhan’ın kaleminden birkaç dize geldi aklıma:
“Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatların yok.”
İncelemen çok hoş olmuş, yer yer gülümsedim bolca da ümit ettim bize biçilen sınırların dışına biraz olsun çıkabilmek için. :)
Teşekkür ederim Ebru değerli yorumun için, Attila İlhan yorumuna renk katmış. Aynı Yaşar Kemal'in benim incelememe renk kattığı gibi. Gülümsemek ve ümit elimizde kalan güzel değerlerden bence, bu sitede de ben bunun için varım. Evet mimarım, çizilen sınırlar içerisinde yaşatıyorum insanları. Fakat beyinleri çizen ben değilim, onların sınırı kesinlikle yok.
Muhteşem ötesi çizimler, bol bol da gülümsetenn ^_^ inceleme zaten harika, farkındalık içeren,içten, dolu dolu.Emeğine,kalemine ,yüreğine sağlık.Çok teşekkürler ^_^
Çok teşekkür ederim Beyza, okunduğu kadar değerli ve farkındalık içeriyor bence. :)) Buna katkı sağlayıp da onu değerli bir hale getirdiğin için de ben sana teşekkür ederim.
Okuduğum en iyi incelemeydi blogundan haberdar değilim ama martıyı en kısa zamanda okuyacağım gibi blogunu da en kısa zamanda ziyaret edip inceleyeceğim:)
Allah razı olsun, mutlu oldum bunu duyduğuma. İncelemenizin neticesindeki görüşlerinizi benle paylaşırsanız daha da mutlu olurum, eleştiriler insanı çok geliştirir. Teşekkür ederim. :))