GÜNEŞ BALÇIK İLE SIVANMAZ(Spoiler içerir)
Fakir Baykurt... Ülkemizin gelmiş geçmiş en değerli kalemlerinden bir adam. Pek çoğumuzun ismini, kitabı filme, diziye uyarlandığı vakit duyduğumuz bir yazar. Kendini halkın eğitimine adayan Anadolu'nun en kıymetli filizlerinden, Köy Enstitülü gerçek bir öğretmen. Kaleminin ucunu kıranlara karşı, büyük bir kararlılık ile, kendisine yakışan azim ve güç ile, kaleminin kırığını meyve çakısı ile yeniden ve yeniden açıp yazmaya ve halkı aydınlatmaya devam eden büyük insan. Yeteri kadar tanımıyorsak onu, bu bizim utanılacak, acınası yanımızdır işte. Fakir Baykurt romanlarında ve öykülerinde Anadolu insanının maruz kaldığı ve kendini maruz bıraktığı her türlü oluşu ve mevcut durumu en ince detayına kadar analiz edip, en derin noktalara kadar indiği muazzam betimlemeleri ve canlandırmaları ile okuyucunun içine işlemeyi büyük bir ustalık ile gerçekleştirmiştir. Yazdığı her satır için kendisine sonsuz minnetlerimi ve saygımı sunuyorum.
Kitabımız adıyla müstesna bir yayla hikayesidir. Sene 1976. Berrak, tertemiz ve çiçek kokulu mis gibi orman havası, çağıl çağıl akan billur gibi dereleri, dağ suları, yemyeşil çimenlerin arasından gelene geçene nazlı nazlı göz kırpan rengârenk çiçekleri ile Morsay Yaylası güzel Anadolu'muzun cennet köşelerinden bir yerdir. Yalnız yaylamız sadece doğal güzelliği değil aynı zamanda tarih öncesi çağlara ait önemli kaynakları da bağrında taşımaktadır. Ballıdere Köyü'nden Çakır Dayı ve ailesi yazları göçer gelir Morsay'a. Kurar çadırını, alır birkaç hayvanını, geçirir yazı burada mis gibi hava ile su ile bir de kavalı ile.
Hani dedik ya Morsay'ımız tarihi bağrında saklar diye, işte bir kazı ekibi birkaç yıl sürecek arkeolojik çalışmalarını Çakır Dayı'nın çadırından ötede gerçekleştirir o yaz. Bir grup öğrenci, üç hoca ve tabi köylü kazı işçileri ile. Çakır Dayı önceden tanır Prof. Asım Al Hoca Bey'i. Eski dostturlar. Tabi Çakır Dayı böyle görür ama koskoca Hoca Bey aynı mı düşünür acep? Asım Hoca İstanbul'dan gelirken eli boş gelmez. Hem Çakır Dayı ve ailesine hem kazı ekibine ufak tefek çoban armağanları getirir. Kalır mı altında Çakır Dayı? Hem çok mahcup olur hem de mutlanır çok çok. İlla verecek karşılığını, hem de misli ile. Kesiverir bir keçi, yapar sac kavurma, pilav, koyar köycülük salatalık, sebze, meyve envai çeşit. Hem Hoca Bey'ini ağırlar hem de işçisinden öğrencisine hepsinin eline tutuşturur bazlamayı pilav ve kavurma ile döşeyip Kamer Ana. Çakır Dayı'nın can yoldaşıdır Kamer Ana. Her insan evladını kucaklar, alır kanadı altına. Gelini Zeke, torunları Kamil, Şevket ve Gülcan yanı başında, oğlu Şükrü Rotterdam'da gurbette işçidir ya bir tek ona iç geçirir, ah keşke Şükrü'sü de yanında olsa başka şey istemez Kamer Ana.
Önemli bir detay sıkıştırmalı şuraya. Asım Al İstanbul'dan gelirken köyün başında uğradığı kıraathanenin çayını hiçbir yerde içmemiştir. Bu çayın tadı başkadır, nedendir bilinmez ama tadı pek başkadır.
Yaylaya gelince Çakır Dayı'ya ve bir köylü dostlarına yeniden o kıraathaneye gitmeyi, hem çay içip hem de gezip kafa eğlendirmeyi teklif eder ısrarla Hoca Bey. Ama nasıl gidilecek o eğri büğrü yollardan? E kolayı var. Devlet cip tahsis etmiş kazı çalışmaları için, sorumluluğu da Hoca Bey'e vermiş. E hadi gidilsin, gezilsin o vakit cip ile. Gidilir, gezilir amma Çakır Dayı pek mutlu değildir. Aklı kalmıştır yaylada biricik Gülcan'ında.
Ah Gülcan... Sapsarı başakları örgü etmiş düşürmüş omuzlarına, turkuaz renkli denizi hapsetmis göz çukurlarına, ipek gibi tenini sarınmış bedenine saçsın ışıl ışıl güneşi diye. Güzeller güzeli Gülcan o günün gecesinde başlamıştır ateşlenmeye. Nedeni nedir ki, acaba soğuk mu aldı, terli su mu içti? Yok yok nazar değdi billur gibi güzel, dirençli, kuvvetli bu can kıza. Olsun Kamer Ana özel karışım çaylar yapar içirir torununa, bal karması da yapar, ağrıyan karnına sıcak tuğla koyar, sabun sarar kalkıverir şıp diye. Sahi kalkar mı ayağa Gülcan böyle yaparsa?
Duralım burada biraz. Eğer iyi niyet ararsak bir köy evinin tahta kapısını çalmak ve gülümsemek yeterlidir o iyi niyeti bulmaya. Fakat o kapıların ardında bir de öyle bir şey vardır ki derman yetmez baş etmeye. Evet, o kapıların ardında büyük bir bilgisizlik de saklıdır çoğu zaman. Hızla ilerleyen uygarlığa, bilime, eğitime ayak uyduramaz ev halkı. Suç kimdedir peki? Halkını cahil bırakmayı siyasi hedef sayan hükümetlerde mi, yoksa "aman o da eksik kalsın, hem biz ne anlarız" diyen halkta mı? Ne onda ne bunda, aynı anda her iki taraftadır suç. Girdik işte bir kısır döngüye. Alan razı satan razı. Haydi dönelim o vakit hikayemize yeniden.
Akşam olur gelir Çakır Dayı bakar Gülcan'ı daha da ateşlenmiş, ağrısı artmış. Kazı ekibinin çiçekleri Serpil ile Güler ateşini ölçer, Hoca Bey'in verdiği ateş düşürücü ilacı da verir ama yaramaz bir işe nedense. E ne olacak dağ başında bu kızın hali? Hoca bey çok akıllıdır çok da yardımseverdir, verir aklı Çakır Dayı'ya. Haydi Çakır Dayı yaya düş yollara, in köye, getir köy doktorunu. Düşer yollara Çakır Dayı, hiç gocunmaz, gece yarısı ulaşır köye amma ne bulur? Doktor efendi hazretleri tayin olacakmış, gelmem Allah gelmem, benim görev alanım değildir oralar demez mi? Der tabi niye demesin koskoca doktor efendi bey? E ne yapacak Çakır Dayı? Aklı yüce doktor beyimiz bir sağlıkçı adı verir gitsin bulsun onu Çakır Dayı, götürsün yaylaya. Döner arar tarar, zar zor bulur Çakır Dayı sağlıkçı Harun Efendi'yi. İnsandır Harun Efendi dağ, tepe, yayla demez sürer gelir atını. Gülcan'ın hali hal değil görür, yapar eder bir şeyler kendi çapında amma bilir bunlar fayda etmez, hastane lazımdır Gülcan'a. Haydi bana müsaade geçmiş olsun Çakır Dayı. Gider Harun Efendi diğer hastalara, atı dört nala.
Burada da bir ara verip öz eleştiri yapalım.
Geçmişten günümüze bu özellikler olumlu mu değişti olumsuz mu bir durup düşünmek lazım. Bilim insanları yaptığı çalışmaları gelişim için mi yapıyor yoksa Asım Al gibi rektör olma ve koltuklarını kabartma amacıyla mı? Öğretmenler yeni nesli geleceğe en iyi şekilde hazırlamak için mi bu mesleği seçiyor yoksa tatili bol ve maaşı diğer pek çok mesleğe göre daha iyi diye mi? Doktorlarımız kitle sağlığı ve insana hizmet için mi yoksa toplum içinde üst insan övgüsüne mazhar olmak için mi bu yola çıkıyor? Mühendislerimiz ülkeyi teknolojik ve ekonomik yönlerden muasır medeniyetler seviyesine getirmek için mi çalışıyor yoksa havalı bir mesleğe sahip olmak için mi? Peki ya en önemlisi memurlarımız neden kadroya girmek için can atıyor? Devletin, gelişmiş ülkelere ayak uydurması ve layıkıyla ilerleme kat etmesi için mi yoksa az ve rahat iş yapıp çok para kazanabilmek için mi? Bir oturup düşünmek lazım biz neyi ne için istiyoruz, neyi ne için yapıyoruz? Yani demem o ki; mesele diplomaya sahip olmak değildir. Asıl mesele sahip olduğumuz diplomanın etik ve vicdanî sorumluluğuna sahip olabilecek yeterlilikte olmaktır.
Haydi buradan devam edelim yine. Çakır Dayı çaresiz, kızcağız bu ağrı sızı ile 40 derece ateş ile eşek üstünde nasıl gider onca yolu? Tek çare ciptir. Ama onu da isteyemez Asım Hoca'dan. Utanır. Devreye kim girecek peki? İnsanî duyguları üst düzey, halkçı, dinamik, genç öğrenciler elbet. Öğrenciler defalarca yalvarır yakarır hocalarına ama sonuç alamaz. Ya neden alamaz? Çünkü hocamız dönemin tipik bir memuru gibidir. Devletin aracı ona zimmetlidir, hem o kuralı çiğner ise nasıl dekan, rektör olsun demi ya? O koskoca bilim insanı. E ama Gülcan körpecik kız, yitip gitsin mi? Yapacak bir şey yok, cip rektörlüğe giden yegâne yoldur. Gülcan kızı hastaneye götüremez ama gezmeye kıraathaneye gidilir. Çünkü gezip tozmak, çay içmek, gelirken de köycülük toplayıp gelip, bir güzel onları yemek içmek daha önemlidir.
E ne yapsın bu çocuklar, bir çare düşünmek gerek. Can kız eriyip gider. Akıllarına orman koruyucu mühendisin cipi gelir. Tırmanırlar tepeye, uykusundan uyandırırlar ve otururlar karşısına orman mühendisimizin, bir de hediye götürürler yanlarında. Yalvarır yakarırlar, ama karşılarında var bir kibir duvarı. Ne yapsınlar öfkelenir lafı sözü sayar inerler aşağı. Asım hoca yan gelir yatar çadırda. Bir çare bulmak gerek, bir çare. En nihayetinde tek bir yol kalır geriye. Cipi zorla alıp Gülcan'ı hastaneye kavuşturmak ölmeden. Görev dağılımı yapılır, icraate geçilir, inilir gece yarısı yayladan aşağı...
Gülcan kızın hâli ne oldu bunu kitabı okuyanlar öğrenecek...
Fakat şurayı es geçmemek gerekir. Kitap boyu aklımı kurcalayan soru: Nedir ay yüzlü Gülcan kızın hastalığı? Sevgili Baykurt hastalığın sebebini gizemli bir alt metin ile öyküleştirerek aktarmış bizlere. Bir de kıpkızıl kor bırakmış yüreğimize. O bölümü okuduğum zaman ne hissedeceğimi bilemedim, gerçekten bilemedim. Ama en belirgin duygu öfkeydi içimdeki. Ne yana saçacağımı bilemediğim öfkem ile düşündüm. Bu hastalıklar günümüzde halen daha yaşanıyor. Hatta "modern" toplumumuzda artık daha da çok yaşanıyor. Çaresi ise doktorlarda değil. Çaresi bir türlü eğitilmeyen toplumuzda.
Gelelim son noktaya. Siyasi eleştirilerin en derin yapılması gereken kısma. Olayların sonunda koskoca hoca efendimiz durdurulan kazı çalışmaları sonrası, insanlığını bıraktığı biricik makamına geri dönerken; insan olmanın gereğini yerine getiren bembeyaz yürekli öğrencilerimiz anarşizm yaratmaları gerekçesi ile jandarmaların hakaretleri eşliğinde tutuklanır...
Buradan sonrasını biz hayal edelim. Neler olacaktır jandarma karakolunda ve sonrasında dersiniz? Şöyle olacaktır muhtemelen. Bizim anarşikler biraz itilir kakılır, epeyce hakaret ve yaftalamaya maruz kalır, amaçları göz ardı edilerek savunmaları bile kale alınmaz, ifadeleri alınır sonra artık bir iki günah keçisi seçilip cezaya çarptırılır, geri kalan öğrenciler ise evlerine yollanır. İşte vatan da böylece kurtulmuş olur. Yalnızca kendi konforunu düşünenler devlete bağlı vatanseverler olarak kabul edilir, ama halk için kendi benliğini ve çıkarını bir köşeye atıp çırpınanlar devlet düşmanı olarak suçlanır. Yok öyle yağma, işte gün gelir o suçladığınız ve işkenceler ettiğiniz insanlar kahraman olarak anılırken sizler de eli kanlı bencil caniler olarak zihinlere yer edersiniz. Tarih unutmaz! Halk unutmaz! Güneş ise balçık ile sıvanmaz diyerek son cümlemi söyleyeyim.
Biz hangi alanda olursa olsun eli meslek tutan gençler olarak iş hayatımızda tek bir şeyi görev edinmeliyiz. Her ne koşulda olursa olsun, atacağımız adımlar hükümet için değil devlet için, "üst düzey" bürokratlar için değil halk için olsun.
Temiz vicdanlar ve aydınlık zihinler hepimizin olsun...☀