Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

202 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
7 günde okudu
PARDON BU TREN HANGİ YÖNE GİDİYOR?
Yalnızlığın karanlık yansıması deyince akla ilk gelen isim, çok erken gidenlerden bir güzel adam, duyguların soyut hâllerine somut şekiller veren Oğuz Atay. Öykü yazmanın roman yazmaktan daha zor olduğunu düşünenlerdenim; zira kısa pasajlarda, işlenen konuyu istenen duygular ile aktarmak büyük maharet istiyor. Atay'ımız da işte bu ustalardan birisi. Korkuyu Beklerken, yedi adet kısa, kitaba ismini veren bir adet de uzun öyküden oluşuyor. Hani diyorum ya duyguların pîrîdir Atay, işte bu düşünceme dayanarak, kitabını haddim olmayarak incelerken ben de öykülerde karşıma geçip dikilen, bana sessiz çığlıklar eşliğinde bir şeyler anlatmaya çalışan duyguları kendimce aktarayım. Konudan çok duyguların kitabı olduğuna inandığım için elbette... Şimdi biraz yürüyelim ve önümüze çıkan duyguları anlamaya çalışalım. İlk durakta karşımıza bir BEYAZ MANTOLU ADAM çıkıyor. Hani mantosuna bakınca böylesi biri kolay kolay çıkmaz dediklerimizden, ama o aslında herkestir, her yerdedir, bizim gibidir. Hani ufacık bir isteğinin bile türlü kılıflara sokulup, uygunsuz olduğuna inandırılmaya çalışılan, hani o çokbilmişleri bir türlü anlayamayan adam. Kendisine dayatılan her türlü görevi yine dayatanların belirlediği karşılık ile yapan, gitmek istediği an bile gitme mücadelesi vermek zorunda olan, gitmeyi başardığında yine toplumun kendisini garipsediği ve ne yapmak istediğinin ya da esasında ne istediğinin sorulmadığı ve sadece türlü yargılar ile itham edildiği insan rolü. Hani kimseye zarar vermediği halde toplum tarafından sadece farklı olduğu için zararlı olabilme ihtimali yaratılıp ve zararlı olduğu hükmüne varılarak yargılanan ve cezası kesilen insan. Ve kendisi için yalnızca kendi iradesinde işleyen tek şeyi yapmayı özgürlük sayan insan. Kendini yok eden ve özgürlüğüne kendi eliyle kavuşan insan... İşte böyleleri öyle çoktur ve biz öylesine böyleyizdir ki, ne karşımızdaki bize, ne içimizdeki bize verdiğimiz zararı görebiliriz. İşte bu yüzden Beyaz Mantolu Adamları öldüren daima bizizdir... İkinci durağımız UNUTULAN insan, unutulan insanlar, unutulan biz. Bilirsiniz bazen birileri girer hayatımıza, renk katar, huzur verir, neşe verir, acı verir, sonra çıkar gider. Ya da bazen biz birilerinin hayatına girer, o hayatı önce yaşanılır kılar sonra darmadağın eder, çeker gideriz hiç ardımıza bakmadan. Hiç sormayız kendimize, benden sonra kaldığı yerden eksiksiz devam edebiliyor mu, pür neşe eğlenip gülüp coşuyor mu yoksa acı çekip dağılıyor, uzaklaşıyor, tükeniyor mu diye. Unuturuz... Ama hep nasılsa "yaşıyor" deriz. Alışır... geçer gider... alışır... deriz. Ama her şeyi doğru düşünemediğimizi bir türlü düşünemeyiz. Bazen alışamaz terk ettiğimiz işte. Bazen bizden daha hassastır ama bizim çekip gittiğimiz gibi basitçe değil de, bizden daha cesurca çeker gider... Anlayamayız... Fark edemeyiz... Ama biz hala yaşıyor zannederiz... Evet şimdi karşımızda üçüncü bir durak var. En yoğun duyguların nemli tahta oturaklarda büzüşüp bekleştiği... KORKUYU BEKLERKEN belki de korkuyu kendi kendine yarattığını bilmeden bekleyen türlü duygular. Hepimiz bazen bu duyguların birkaçını ya da en şanssız olanımız hepsini birden sırtlar ve yaşamaya çalışır. Hepimiz durağan hayatımızın belli dönemlerinde amaçsız hissederiz kendimizi. Neden buradayım, neden bu insanlarla beraberim, neden istemediğim bunca işi yapıyorum gibisinden sorular sorarız kendimize. Ümitsizce cevaplar ararız, bulamayız ve hiçbir değişiklik yapmadan bu monotonluğu sürdürürüz. Yalnızlığımızı fark ederiz bu esnada. Yalnızlığı seçtim derken bile aslında yalnız olmak istemediğimizi fark ederiz. Bu sefer neden sorusunu bu sorunumuza yönlendiririz. O zaman anlarız ki biz esasında sevmeyi başaramamışız, belki de hiç öğrenmemişiz, öğretilmedi bize. Ya da belki sorunun özünde kendimizi tanımıyor, tanımlayamıyor, kendimiz olmayı başaramıyor oluşumuz yatıyordur. Bunlar aklımıza geldikçe daha hissiz, duygusuz, duyarsız, faydasız hissederiz. Koca bir yokluk ya da hiç var olmamışlık düşüncesi sarar zihnimizi. Delirir, çıldırırız. Kendimizi değerli hissetmek zorunda olduğumuza kanaat getirip farklı bir şeyler yapmaya çalışırız. Farklı pek çok şey dener ve nihayetinde hepsinde başarısız oluruz. Bir türlü anlam veremeyiz neden böyle olduğuna ve tekrar sorgulama sürecine gireriz. Yine ve yeniden... Bu kararsız, endişeli, sorumluluktan gerçek anlamda kaçan kişiliğimiz neyden besleniyor diye kanepelerin altına, dolapların içine, kitap raflarının arasına bakarken buluveririz. İşte ordadır. Güzel şeyleri beklediğimiz, geleceğini umduğumuz, ulaşamayınca hayal kırıklığına uğradığımız her şeyin sebebi o iki kalın kitabın arasına sıkışmıştır... İşte orda... Korku... Biz hayatımız boyunca bir şeylerden korkmuşuzdur. Tıpkı öyküdeki "kahramanımız" gibi... Yolumuza devam edelim. Orda dördüncü durakta bir şey bizi bekliyor. Nedir o? A evet. BİR MEKTUP. Açıp baktım içine neler yazıyor diye, yine bizi buldum satır aralarında. Hani olur ya bazen, kendimizi yeteri kadar değerli görmediğimiz zamanlarda hayatımıza da ancak bizim kadar değere sahip birini ya da birilerini alırız. Özellikle de aşk konusunda, layık olduğumuza inandığımız seviyede bir kişiyi. Ve içten içe bilsek de fark etmemiş gibi davranırız, bu süreci yaşarken karşımızdakine kendini değersiz hissettirdiğimizi. Ve onun değersizliğinde kendi değerimizi görürüz. "Daha fazlasını istemeye hakkım var mı?" sorusu ışıklar içinde simsiyah harfler ile içine çeker karanlığımızı, daha da büyüyerek. Ve bunları kendimize itiraf ettiğimiz zaman bir başkası ile de dertleşmek ve içimizdekileri kusmak isteriz tüm sefilliği ile. Bir çeşit günah çıkarma eylemi gibi daha da küçültürüz kendimizi. Bir parçacık değerimizi un ufak ederiz hırsla. Kendimizden hırsımızı alana kadar konuşuruz, konuştukça alçalırız, alçaldıkça daha çok konuşuruz. Sonra bizden daha değerli olduğunu düşündüğümüz, kişiliğine, görüntüsüne, hayatına, zevklerine hayranlık duyduğumuz birini taklit etmeye ona benzemeye çalışarak değerimizi yükseltmeye çalışırız ama çok sürmez. Kısa bir süre sonra "O" olmadığımızı ve olamayacağımızı anlayarak kendimize geri döneriz. Üstelik bu deneyim sonrası özgüvenimiz bir kat daha yıkılmıştır. Sonra biri çıkar, kendi hayatımızda en değerlinin "biz" olduğumuzu, kendimizi yok saymanın hatalı olduğunu, herkes gibi olduğumuzu falan söyler ama inanmayız. O söyledikçe biz tersini ispatlamak için uğraşırız. O daha çok söyledikçe anlarız ki aslında o da değersizliğimiz konusunda bizimle aynı fikirdedir sadece bu "sen değerlisin" oyunundan zevk alıyordur. Ya da belki bizdeki değersizliği gördükçe kendindeki yüksek değeri damarlarında hissediyordur sıcacık. İşte o zaman bunu anlarız ya da sadece hissederiz ve uzaklaşırız iyi görünenden ve de yaklaşırız kendimize bir parça daha... Şimdi de geldik beşinci durağımıza. Birileri var orada. NE EVET NE HAYIR diyor muallakta bırakıyor bizi. En sevmediğim insan özelliklerinden birisidir bu. Kararsız ve tutarsız davranır, anlamayız ne istiyor ne istemiyor bir türlü. Ama kimileri de vardır nettir, ne istiyorsa tek cümlesi ile anlatır bize bunu. İşte böyle harbi insanlar ile karşılaşırız bazen. Aslında saygı duymamız gerektiğini düşünürüz, fakat tam tersini yaparız niyeyse. O insanlar öyle sever öyle aşık olur ki saygı duyulmayacak kadar küçültür kendini. Aşklarına karşılık alamadıkları gibi net şekilde red de edilmezler. İşte bu yüzden ısrarla istemeye devam ederler. Uzaktan bakar alay ederiz, bu kadar da olmaz deriz, inanmayız belki, belki aptallık sayar belki boşluk diye değerlendiririz onun yaptıklarını. Ama belki de biz o kadar sevemediğimiz için kıskanıyoruzdur ne dersiniz? Kıskanırız da bu duygumuzu yok saymak için küçümsemeyi seçeriz belki de. Keşke onlar gibi net olabilsek biz de değil mi?.. Geldik mi altıncı durağa? Ne var burada diye bakınırken şehir meydanında koskoca bir TAHTA AT gözümüze çarpar. O kadar özensiz, tarihin o pırıltılı Truva Destanına hakaret niteliğinde bilgisizce ve estetikten o denli uzaktır ki çarpmakla kalmaz sarsar bizi bu at. İsteriz ki layıkı ile yükselsin bu "eser" meydanlarda. İsteriz ki tarih bilgisini doğru şekilde yansıtsın, bakıldığında kendisinde çeşit çeşit kusurlar bulunmasın da her gören hayran kalsın. İsteriz yapılan her iş en doğru şekilde yapılsın. Paraya ve modaya kurban edilmesin. Birilerinin amaçsız buyrukları yüzünden tarihî, edebî, sanatsal ve kültürel değerlerimiz yerle yeksan edilmesin. Korunsun, değerlensin, yüceltilsin... Ama olmaz işte. Yanlış ellerde heba olur. Bunları görünce dayanamayız. Öz değerlerimize olan saygımız ve bağlılığımız bizi harekete geçirir. Bir şeyleri düzeltmek için kendimizi hiçe sayar mücadele ederiz. İsteriz ki Tanrı bu doğru yolda benim yardımcım olsun, ama o da bize sırt çevirir. Gider onların yardımcısı olur, onları çarpık yollarında muvaffak eder tıpkı öyküdeki kahramanımızın dediği gibi. Vaz geçmeyiz, bulabildiğimiz bir avuç destekçi ile başlarız mücadeleye. Direniriz. Engelleniriz. Yine direniriz. Alıkoyuluruz. Ama eğer inanmış isek vaz geçmeyiz. Direnmeye ve mücadele etmeye devam ederiz... Ve görüyorsunuz işte biz hala direniyoruz... Yaklaştık sona doğru. Yedinci duraktaki biz, BABAMA MEKTUP yazıyorum diyor. -Ama babamız öldü. -Olsun ölüye mektup yazılmaz demedi ki kimse bize. -Tamam o zaman yazalım. Ama önce düşünelim. Biz hayatımız boyunca sadece kendimiz olabilir miyiz? Olamayız galiba. En çok tenkit ettiğimiz, şiddetle karşı çıktığımız özelliklerin zamanla bizim ruhumuza ve davranışlarımıza işlediğini geç yaşlarda fark ederiz. İlk başta kabullenemeyiz ama bir süre sonra bunları haz ile benimsemiş olduğumuzu şaşkınlık ile görürüz. Karşı çıktığımız kişiler ile yeteri kadar hesaplaşamadığımıza inandığımız vakit, onlarla ölünce bile hesabı sürdürmeye ve savaşmaya devam ederiz. Bunu yaparken de esasında bizi zincirleyen savaş sebeplerimiz ve kendimiz ile hesaplaştığımızı bilmeyiz. Fakat bunu fark ettiğimiz zaman sebebi de apaçık karşımızda buluruz. Derinlere yerleşen, kemikleşmiş sevginin doğurduğu özlem duygusudur bu. Sonra her şeyi bir kenara fırlatırız. Biriktirilen bilgiler, sorgulamalar, analizler, sentezler, tümevarımlar, beğenmeler, beğenmemeler, yargıya varmalar, tüm yargıları reddetmeler hepsini bir çuvala koyar ve uçurumdan aşağı yuvarlarız. İşte o andan sonra savaştığımız kişinin yoluna düşeriz, emin ve yavaş adımlarla yol alırız, huzura döneriz, yani en basit olana. O en çok tenkit ettiğimiz basitliğe... Geldik işte bak. Evet işte burası son durak. Sekizinci durak bir tren istasyonunda bekliyor bizleri. Ve orda birkaç kişi var ellerinde bir takım sayfalar olan. Tanır mısınız onları? DEMİRYOLU HİKÂYECİLERİ onlar. Hani gelen geçen trenlerdeki "üst perde" yolculara kendi yazdıkları minik hikâyeleri satarak hayatlarını kazanmaya çalışan. Hani pek çok zorlu hayat savaşçıları gibi itilip kakılan, kendilerine bile faydaları yokken onlardan fayda sağlamaya çalışan akbabalar ile mücadele eden, hani kendi yalnızlıkları ile bir diğerinin yalnızlığını birbirine yoldaş eden, kendinde olmayanı bile merhametine katık edip paylaşan, günden güne çaresizlik ile ümitsizlik bataklığına saplanan, her fırsatta değersizleştirilip yok sayılan, sanki bir duman gibi bir an var bir an yok olan, ama tüm bunlara rağmen sanatından vaz geçmeyen insanlar. Sahi görüyor muyuz onları? Destek oluyor muyuz? Ya da en basitinden, kendimizi değerli hissetmek adına onlara zulüm etmiyor muyuz yani? Görmüyoruz işte, yanlarından geçip gidiyoruz ve gün geliyor göremediğimiz bu insanlar anlaşılamamanın içine çektiği karanlık çıkmaza inatla savrulup yok olup gidiyor. Ve biz arkalarından el bile sallamıyoruz... Peki şimdi ne yapacağız? Bitti mi yolculuk? Son durağa geldiğimize göre ulaşmak istediğimiz yere de gelmiş olmamız gerekiyor değil mi? Ama bir yanlışlık var. Hani nerde ağaçlar, rengârenk çiçekler, berrak suların şırıldadığı dereler, hani gülen yüzlü güzel huylu insanlar, hani nerde renkli balonlar ile kahkaha atan çocuklar? Yoklar... O hâlde yola devam... -Pardon bu tren hangi yöne gidiyor? -Aynı yöne...
Korkuyu Beklerken
Korkuyu BeklerkenOğuz Atay · İletişim Yayıncılık · 202226,3bin okunma
··
1 artı 1'leme
·
853 görüntüleme
Mustafa A. okurunun profil resmi
Kim okusa aynı hislere sahip oluyor galiba Oğuz'cum Atay'ı. Ben de hikayeleri çok sevmiştim. Özellikle de Beyaz Mantolu Adam çok güzeldi. Niye roman olmamış diye de üzülmüştüm. Hikayeciler bu tabiri pek sevmez ama roman olsa daha bir doyumluk olurdu sanki. Sonra Atay bu hikayeyi kısa sinema olarak çekmiş ama film garip bir sekilde kaybolmuş. Bunun şehir efsanesi olduğunu düşünüyordum ta ki Yıldiz Ecevit'in "Ben Burdayım" kitabında filmin çekiliş aşamasındaki fotoları görünceye kadar. hizliresim.com/aW3HgI Ellerine sağlık.
Ecem okurunun profil resmi
Aaa bu film hikâyesini bilmiyordum. Öykü o kadar derin ki nereye odaklanacagimi şaşırdım desem yeridir. Aslında tüm öyküleri çok çarpıcı ben de en çok Unutulani okurken sarsıldım. Begenmene cok sevindim, cok tesekkurler😊 Oguz Atay'da buluşmak apayri bir mutluluk
Neşe okurunun profil resmi
Demek ki “Kelimeler bazı anlamlara gelebiliyormuş.” Oya gibi dokumuşsun kelimeleri Ecem. Ellerin dert görmesin. Çok beğendim. Çok beğendiğim yazıları zaman zaman geri dönüp okuma alışkanlığım vardır:) Bu da onların arasında yerini almıştır.😉 Yıllar önce ilk okuma girişiminde, yalnız hüzünlü tarafına odaklanıp “Tutunamayanlar”ı yarım bırakmış biri olarak, bugün okuyunca dedim ki, keşke daha çok ömrü olsa ve daha çok yazsaymış. “Korkuyu Beklerken” çok etkilemişti beni. Sen de hakkını vererek yorumlamışsın. Sevgilerimle
Ecem okurunun profil resmi
Cok teşekkür ederim bu guzel yorumuna begenmen beni cok mutlu etti.😊 Atay'a duyulan bu sevginin ortak noktamız olmasi bizleri birbirimize bağlıyor. Malesef erken gidenlerden bir adam o. Keske daha cok yazacak zamani olsaydı. Elimizde olanlara sıkı sıkı sarılırız biz de🌼🌱☀
Demet okurunun profil resmi
İşlemişsin yine kelimeleri. Eline, emeğine sağlık. Ben Oğuz Atay okuduktan sonra bir mutsuzluk çöküyor üstüme hiçbir sebep yokken her şey yoluna giriyor gibi olduğunda hep böyle olur. İncelemen hızır gibi yetişir insana o ayrı, her bir kelimenin gönlümüze düşen ayrı bir ağırlığı var, hep yaz! :)🙌🏻💛
Ecem okurunun profil resmi
Çok teşekkür ederim güzelim benim begenmene cok sevindim. Oğuz Atay'ı herkes farkli farkli tarif ediyor ama hepsinin ortak noktası tarifin duygulara dayanıyor olması. O bambaska bir ustaydı. Erken gidenlerden. Keşke daha çok yazmış olsaydı biz de daha cok okuyup paylaşsaydik🌱☀🌼
Adem okurunun profil resmi
Sayın Ecem emeğinize sağlık, müthiş bir yorumlama olmuş 👍👏
Ecem okurunun profil resmi
Çok teşekkür ediyorum güzel yorumunuz için, begenmenize sevindim😊
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Yazgı Yurdaarmağan okurunun profil resmi
Çok güzel olmuş çok..🌹
Ecem okurunun profil resmi
Cok teşekkür ederim sana çok😇 çiçeğim🌼
Bu yorum görüntülenemiyor
Odessa okurunun profil resmi
Su gibi aktı kelimeler, hani şiir gibi derler ya, çok güzeldi Ecem, kalemine emeğine sağlık, keyifle okudum 🙃
Ecem okurunun profil resmi
Cok teşekkürler guzel yorumun için beğenmene sevindim😊☀
12 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.