“Çok garip değil mi? Bir şeyler oluyor ve bu, tahmin edilemeyecek kadar korkunç bir şey. O anda kalbinin derinliklerine kadar seni yakıyor ve sonsuza kadar geçmeyecek bir şey gibi görünüyor. Ardından yıllar geçiyor ve yaşanmış tüm o şeylerden biri haline geliyor. Sanki eski önemi ya da korkutuculuğu yokmuş gibi .. Geçmişte yaşanmış şeylerden biri haline geliyor, anlıyor musun?”
Her yaştan evlatlarının arasında kıyamet sabahını bekleyen Aliya'nın gümüş kubbeli kabri şehitliğin ortasında ışıldarken, zihnimde şu sahne canlanıyordu:14 Ekim 1991'de Yugoslavya Meclisi'nde konuşma yapan Sırp lider Radovan Karadziç'in Müslümanların yok edileceğine dair tehditlerine karşılık, Aliya gayet sakin bir şekilde "Bizi yok etmekle tehdit ediyorlar. Ama bilsinler ki Müslümanlar yok olmayacaktır!" demişti. Yok olmak... Ölüm bir son olmadığına ve biz Müslümanlar da bu dünya için yaşamadığımıza göre, evet binlerce şehit verse de Bosna, Müslümanlar yok olmamıştı işte. Olmayacaktı da.
Bunları düşünürken, mezar taşlarını okumayı da sürdürüyordum. Çok gençler de vardı aralarında, çok yaşlılar da. Komutanlar da vardı, kendilerini cephede buluveren sıradan delikanlılar da. Epey görkemli (hatta fotoğraflı) mezarlar da vardı, başına bir taş bile dikilmemiş toprak mezarlar da. Ve taşların hepsinde istisnasız şu ayet yazılıydı: "... Onlara ölüler demeyin; onlar diridirler, lakin siz anlayamazsınız!"
Ne de olsa sevda başka şeydir
Olgun Yaz başağı,güz ayvası
Bir ölümsüz lezzet her ısırışta
Ömrün en güzel meyvası
Bir destanî türkü ki değme gitsin
Yaralısı sevdalılarıdan bahseder
Bir gümüş kupada üç damla zehir .
Süzülür odama her sabah erken,
Bir gümüş ve yayvan tepside gülen
Gözlerinin daha uyku ucunda;
En serin su buhar olur avcunda.
Ve bir rüya gibi sessiz yürürken
Yumuşak zincirini sürüyecekten
Avuç içi kadar ufak odamda.
Sanki küçük kalbi vurur eşyamda.
Her şey yankılanır onun sesinden,
Ayırdedilemezken gölgesinden
Elinin dokunmuş olduğu şeyler
Ürperir, canlanır sanki ve güler.
Çiçekleri sularken akşamüstü
Bol saçlı başında tembel bir örtü,
Yumuşak zincirini sürüyecekten
Eski bir şarkıyı tekrarlar, neden:
Pencereden selam verir mendilim
Senden başka yoktur benim sevgilim ...
Her şeyden sadeleştik, gıdadan, konuşmamızdan, dostlarımızla geçirmiş olduğumuz zamanın dozajından. Sadeleştikçe insan duruluyor, sakin akan bir su misali..
"Bir bakıma, güzellik de bir tür dehadır; hatta dehadan çok daha üstündür çünkü hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymaz. Güzellik, tıpkı güneş ışığı gibi, bahar mevsimi gibi, karanlık sulara aksi vuran, adına ay dediğimiz o gümüş deniz kabuğu gibi bu dünyanın muazzam gerçeklerinden biridir. Sorgulanamaz. Yüceliği ilahidir. Ona sahip olanlara asalet bahşeder. Ah, şimdi gülüyorsunuz ya, güzelliğinizi kaybettiğinizde gülemeyeceksiniz ... Bazıları güzelliğin yüzeysel olduğunu söyler. Belki öyledir ama yine
de düşünce kadar yüzeysel olamaz. Benim için güzellik mucizelerin en büyüğüdür. İnsanları dış görünüşlerine göre değerlendirmeyenler sığdır. Bu dünyanın asıl gizemi görünmeyende değil görünendedir ... Tanrılar size lütufkar davranmış.
Biz on yıl veya yüzyıllar öncesinde meydana gelen bir şey hakkında belli malumatlara sahibiz.
Ancak evrim teorisinin milyar yıllık hesaplamaları ancak varsayımsal olarak kabul edilebileceği gibi birer bilimsel tahmin niteliğine de sahiptir. Bu nedenle biz evrimin temel dayanaklarını bilgi olarak değil inanç/güven anlamında kabul edebiliriz ki dinler de varoluş sorununda bize benzer şekilde hitap ederler. Dolayısıyla Darwincilik, Dawkins’in öne sürdüğü gibi herkesin kabul etmesi gereken bir bilimsel gerçek değil, ancak inanılması gereken bir yapı konumundadır. Bu noktada Dawkins’in dinin karşısında yeni bir din olarak Darwinizm’i koyduğunu söyleyebiliriz. Bundan başka ona şu sorunun yönetilmesi gayet makul görünür: Madem bizim zihinlerimiz kısıtlı zaman dilimine göre düşünecek şekilde donanmış, evrimi kabul edenlerin zihin yapılarının ne gibi gelişmişliği söz konusu ki bu kadar malumatı ve milyar yıllık zaman dilimiyle ilgili yorumları yapabiliyorlar?
"Ben," dedi, "bir şeye özlem duydum mu, ne yaparım bilir misin? Bir daha hatırlamayacak kadar bıkıp da kurtulmak için yerim, yerim... Ya da tiksintiyle hatırlamak için. Bak bir zamanlar çocukken, kirazlara karşı anlatılmaz bir tutkum vardı. Param olmadığı için azar azar alıyor, yiyor, yine istiyordum. Gece gündüz kiraz düşünürdüm, salyalarım akardı; işkenceydi bu! Günün birinde, kızdım mı, utandım mı, bilmiyorum; baktım ki kirazlar bana istediklerini yaptırıyorlar ve beni rezil ediyorlar, ne plan kurdum bilir misin? Geceleyin yavaşça kalktım, babamın ceplerini yokladım, gümüş bir mecidiye bulup çaldım. Sabah sabah da kalktım, bir bahçeye gidip bir sepet dolusu kiraz satın aldım. Bir çukurun içine oturup başladım yemeye. Yedim, yedim, şiştim, midem bulandı, kustum. Kustum patron. O zamandan beri de kirazlardan kurtuldum; bir daha gözüme görünmelerini bile istemedim. Özgür oldum. Artık kirazlara bakıp şöyle diyordum: Size ihtiyacım yok!.."
"Bu kadar tatlı bir öpüş konduramaz güneşin altın ışınları
Gonca gülün üstündeki sabahın ilk çiy damlalarına.
Senin gözlerinin aydınlığı vurdukça günün taze ışınlarına
Yanaklarımdan akar gider çiy taneleri gecelerin kuytularına.
Derinlerin saydam göğsünden görünen gümüş ay,
Soluk kalır gözlerinin o görkemli ışıltısı yanında, O güzel yüzün bana ışık verir gözyaşlarımın arasında,
Pırıl pırıl parlarsın gözyaşlarımın her damlasında.
Gözyaşlarımın her damlası seni taşıyor benliğime
Sen geçiyorsun kalp ağrılarımın üzerinden zaferle.
İyi bak içimde sel gibi taşan gözyaşlarıma
Benim acılarımdan doğuyor senin görkemli parlaklığın."
Dört ihtiyar
Ve en az sizler kadar biliriz
Ihlamur tadında öpüşmeleri
Dört ihtiyarız
Kuru balıkla beslenen
Gümüş bir günah kilitli dudaklarımızda
Masamızda şeytan var
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakiş da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakiş da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım....