Bu sabah uyandım ve kendime şunu dedim;
"Bugünün içine gir, hayatı silkele ve dünyayı kendine getir."
Şöyle de öğütledim;
"İnsanların takdirini kazanarak, kendine iyilik edemezsin. Aklından geçeni yap, kalbinden geçeni yaşa, dilinden geçeni söyle."
Yataktan çıkıp, ayaklarım yeryüzüne basarken şunu da tembihledim;
"Yarına bıraktığın bütün güzel şeyleri, yarın koyduğun yerde bulamazsın.
Mutlu olduğun şeyleri erteleme, üzüldüğün şeyleri yanında gezdirme, zevk aldığın şeylerden vazgeçme."
Suratıma suyu çarparkan, aynadaki yüzümün kulağına şöyle de fısıldadım;
"Sokağında koşmadığın şehir, senin şehrin değil. Ayaklarını sokmadığın deniz, senin denizin değil. Dilinin değmediği şiir, senin şiirin değil. Kulağının aşina olmadığı müzik, senin müziğin değil. Teninin terle yanmadığı şevişme, senin sevişmen değil. Kalkıp gitmediğin yerler, senin yerlerin değil. Bağıra çağıra yaşamadığın mutluluk, senin mutluluğun değil. Gözlerinin görmediği sevinçler, senin sevinçlerin değil. Ellerinin değmediği hisler, senin hislerin değil. Ve en önemlisi kalbinin vurmadığı bir dünya, senin dünyan değil."
Evden çıkarken adımı çağırarak şunu da nasihat ettim;
Nefes almayı yaşamaktan sayıp böbürlenme.
Ot da nefes alır, ama haddini bilir, göğsünü gere gere yaşıyorum demez, sadece ucundan tutar hayatın.
Ömrünün kapısı kapanmadan,
ot olmayı reddet,
ve kıyısından geçmek yerine,
hayatın içine gir!