İnsan kendinin düş kırıklarıdır, bu doğru. İnsan kendinin yenilgisidir, bu doğru. Ama bu doğruların yanında bir doğru daha var. İnsan başkaları sebebiyle düş kırıklığına uğrar. Her düş kırıklığının arkasında biri vardır.
Siz hiç şehrinizin üstünde sabit kalan, oraya demir atan bir bulut gördünüz mü? Siz hiç değişmeyen, hep aynı kalan bir şehir gördünüz mü? Siz hep gülümseyen, size hep aynı bakan bir çocuk gördünüz mü? Siz ne zaman okusanız hep aynı şeyi söyleyen bir kitap gördünüz mü? Siz düşünceleri zihninde bir yere takılı kalmış bir adam gördünüz mü?
Yola çıktığımız yeri yolun başı, varmayı umduğumuz yeri de yolun sonu gibi algılıyoruz zihnimizde. Oysa bizim yola çıktığımız yer bir başkası için bir varış noktası, varmak için yöneldiğimiz yer birileri için bir çıkış noktası olabilir. Coğrafyayı, haritaları, ölçüm kaidelerini elbette yok sayamayız ama yolculuğun hikayesi onlardan okunamaz. Yol insanın geçen bir şeydir; bir yerden başlar bir yere varır. Bazen bir yerden başlamaz ve hiçbir yere de varmaz.
“İçinde hiç kimse yoktu onun; yüzünün (o günlerin kötü portrelerinde bile başka hiç kimseye benzemeyen yüzünün) ve bol bol sarfettiği akla hayale sığmaz, fırtınalı sözcüklerin ardında yalnızca bir parça soğukluk ve başka hiç kimsenin görmediği bir düş vardı” diyor ‘Yolları Çatallanan Bahçe’de, Jorge Luis Borges.
Eski fotoğraflarınıza bakın; çocukluğunuza, gençliğinize, hayatınızın geçip giden zamanlarına dair görünümlerinizi bir daha gözden geçirin. O günler için birer muamma olan bir çok sorunun, hayatınıza dair henüz çözülmemiş nice düğümün gözlerinizden okunduğunu göreceksiniz. Bugün başka bir yerdesiniz ve o günler çok gerilerde kaldı. O zaman gözlerinizden okunan meraklı bekleyişlerin çoktan sırları çözüldü, cevap bekleyen soruların büyük bir kısmı cevaplarını buldu. Heyecanla çözülmesini beklediğiniz bütün o düğümlerin bir çoğu muhtemelen birer hayal kırıklığına dönüşerek hafızanızın tozlu raflarında yerini aldı. Zaman zaman sebepsiz sandığınız can sıkıntılarının gizli tetikleyicileri olarak yerlerinden kıpırdıyorlar ancak. Heyecanlı beklentiler ve hayal kırıklıkları arasındaki bir ara bölgede yaşıyoruz hep sanki. Her zaman için, hayatımızın her bir dönemi için bu böyle... Yerimiz sabit hep, gelip geçiyor bir şeyler... Acı tatlı izlerini üstümüzde bırakarak...
“Anlamaya çalışmak o kadar yoruyor, o kadar çok vaktimi alıyor ki” diye mırıldandı kendi kendine, “tam sonuç alacağım sıra oracığa yıkılıp kalacağım diye korkuyorum!”
Bize anlamak için çok okumak gerektiğini öğrettiler. Okumak, anlamayı kendine dert edinenler için yürünebilecek yollardan sadece biriydi oysa. Daha başka yollar da vardı ve orada başkalarının ifadeleriyle değil, doğrudan kendi duygu ve düşüncelerimizle ilerlemek gerekiyordu. Bunun da öncesinde, o arayışa samimiyetle yönelmek lazımdı. O yola çıkarken yeterince samimiyet göstermeyenler nice okudular, bir arpa boyu yol gidemediler. Niceleri de aradıklarını hiç kitaplardan okumadılar ama fersah fersah yol aldılar. Meseleyi bilmekle karıştırdık çoğu zaman, bilmek için yetecek azık, aramaya çıkanların yolculuğuna yetmezdi ve yetmedi.
Hayatımın bir yerlerinde edindiğimiz donuk kanaatlerle, kendimizi, hayatımızı, hayat içindeki konumumuzu, duygularımızı açıklamak için yollar bulmaya çalışıyoruz. Olmuyor tabii böyle, işlemiyor bu hesap, iflas ediyor bu plan; oradan oraya akıp duran, taşlara çarpa çarpa eskiyen, o eskilikten dersler çıkararak yenilenen, bazen bulanan ve bazen berraklaşan ama mutlaka değişen, dönüşen, başkalaşan insanlığımız karşısında. İnsanın kendi akışının yoldaşı olamaması ne kadar acı! Kendi yaşama heyecanının çok çok gerisinde kalması ne kadar hazin!
Pek çoğumuz adını koymakta isteksiz davrandığımız bir durağanlığın esiriyiz. Kendi iç akıntımızın peşinden koşmuyoruz pek. Muhtemel ki koşsak da yetişemeyeceğimiz endişesinden.
Bunca fiyakalı laf, bunca köşeli yargı, bunca iddialı tespit, insanı anlamayı kolaylaştırmıyor, düğümlerini çözmüyor onun, kilitlerini açmıyor. Kabul etmek gerekir; bu kadar çok meseleyi çözmüşlük hissi, böylesine fazla bilgelik ezberi, bu kadar bold cümle insanı yakınlaştırmıyor bize, daha uzaklaştırıyor onu bizden. Herkesin insan derken kendinden, bir yakınından, tanıdığı birinden değil afaki, soyut, çemberin dışındaki birinden söz etmesi de bu yüzden.
İnsanla ilgili en çok lafın edildiği, irili ufaklı, koyulu açıklı en fazla yargının ortaya konduğu şu laf kalabalığı zamanlarında insan kaybolup gidiyor. Herhangi bir zeminde herhangi bir konuda insana dair bir tartışma başlığı açsanız, orası anında uzmanların, bilirkişilerin, kerameti kendinden menkul yargı heveslileriyle doluyor. İnsan sanki en iyi bildiğimiz şey, dibine kadar keşfettiğimiz bir deniz, en ucuna kadar gittiğimiz bir kıta, sonuna kadar gördüğümüz bir ufuk... Değil, meşhur söz hâlâ geçerli, insan bir meçhul! Şimdiki zamanlarda her zaman olduğundan daha da meçhul!