Arkasına yaslandı muhtar; gözleri yerdeki kan lekesinde, yoksa bu köyde herkesin bir yoku mu var, diye geçirdi içinden. Böyle bir yargıya çok daha önce varamadığı için hayıflanmıştı. Belki de doğru düşünüyordu; herkesin bir yoku vardı köyde, herkes kadar bir yoklar sürüsü vardı da evlere girip çıkıyorlardı insanlar gibi, kahveye oturup çay içiyor, tarlada çalışıyor, çınarın gölgesinde toplanıyor ve ölümlerde ağlayıp düğünlerde oynuyorlardı. Muhtarın haberi yoktu bunlardan, hiçbiriyle karşılaşmamıştı. Ola ki köylüler büyük bir titizlikle gizliyordu yoklar sürüsünü, herkes kendi yokunu sessizce besliyordu. Bu konuda her insanın kendine özgü bir yöntemi vardı belki; sözgelimi, kimi geceler boyu düş yedirirken kimi ninni içiriyordu yokuna, kimi türkülerle masallarla besliyordu, kimi sessizliğiyle büyütüp sesiyle uyutuyordu, kimi de kendini yediriyordu yiyecek diye, giyecek diye kendini giydiriyordu. Cennet’in oğlu da mektuplarla besliyordu işte; hiç kimse dediği yokunu sözcük sözcük büyütüyordu gizlice, çiçek desenleriyle kokulandırıp kuş resimleriyle dillendiriyordu. Kaşlar yaratıyordu harflerden, dudaklar, gözler, saçlar... Anasına sezdirmeden yürüyüşler de yaratıyordu belki harflerle, adı sanı bilinmeyen bir yok, Cennet’in evinde odadan odaya geziyordu böylece, merdiven basamaklarını tırmanıyordu harflerden bir tırmanışla, sofraya oturuyor, Cennet’le birlikte çorba pişiriyor, tuzuna bakıyor, su içiyor ve Cennet’e baka baka giderek Cennet’in kendisi ya da düşleri oluyordu. Hiç kuşkusuz bu durumda Cennet, düş diye bir başkasının gerçeğini yaşıyordu; bir yokun yaşamını...