Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
"Bugün dahi tarih yazımında, Gedik Ahmed Paşa'nın Otranto hâkimiyeti; efsaneler, abartmalar, karalamalar, kasideler birbirine karışmış bir şekilde yer alıyor. Otranto, biz Türklerin tarih ders kitaplarının bir köşesinde unuttuğu ama Avrupalıların Avrupa bilincinin oluşumundaki önemli tuğlalardan biridir. Fatih'in amirali Kaptan-ı Derya Gedik Ahmed Paşa 1480 yılı Temmuz ayında kuşatmadan evvel âdet olduğu üzere fethedilecek yerin, yani Otranto'nun sancakbeyliği de uhdesine verilerek İtalya toprağına ayak bastı ve 15 gün içinde Puglia eyaletinin merkezi olan Otranto Kalesi teslim oldu. Bu, Osmanlı'nın en uç noktadaki fethidir ve Fatih Sultan Mehmed'in uygarlığın merkezi İtalya'ya olan düşkünlüğünden dolayı aslında acele yöneldiği ve stratejik bakımdan pek hazırlanmadığı bir fetihtir."
biz avrupa tarihçisi gibi değiliz; sadece julius caesar'ı, tacitus'u okuyarak ve germanya'nın milat sıralarındaki durumunu kavrayarak tarihimizi kısa sürede öğrenemeyiz. bugün bir alman'ın, bir fransız'ın, bir britanyalı'nın kaynakları romalılardır; onları okurlar, öbür diller zaten yazısız dillerdir. ama eldeki kaynaklar işlenmiştir, kolaydır. tarihte her zaman boşluklar vardır ama söz konusu kaynaklarla kolay duvar örülüyor. türkçe öyle değil, ilgili tarih içinde henüz üzerinde tartışılmamış çin, hind ve iran epigrafik ve paleografik malzemesi çoktur. bunun yanında sanskritçe, eski pahlavi dili gibi dillerde okumalar yapmak lazım. kurgandan (mezar) halı çıkıyor mesela; gel de o halının yerini tespit et. oradaki kavim söz konusu halıyı kullanmış ama kavmin tavsifi kolay iş değil. tarihçiliğimizin bu bakımlardan çok büyük problemleri var
Sayfa 37 - timaş yayınları, 3. basımKitabı okuyor
Reklam
Batı-Doğu ayırımı bir yakıştırmadır. Tarihî gerçeğe oturmaz. Ama ulus olarak içe kapalı olduğumuz; derinliksiz bir pragmatizme saplandığımız bir gerçektir.
Türkiye Müslümandır, Semitik dilleri bilmez; yani İslâmiyetin vahiy dili olan Arapçayı ve kökü olan Sami dilleri de bilmez. Türk Dili’nin %30’u Farsçadır, ama Farsçamız ve Fars kültürümüz eskisinden de beter olmuştur, gerilemiş, ölmüştür. İran denilen dünyadan haberimiz yoktur. Türkiye Bizans İmparatorluğu’nun vârisidir, ama Hellen dili öğretimi, Hellen, Bizans tetkikleri yoktur, filologyadan haberdar değiliz. Tarihten haberdar değiliz. Şüphesiz ki bu zaaflarla bizim bir şey yapabilmemiz, ne Avrupa’ya ne Asya’ya tam anlamıyla oturabilmemiz ve etrafımızdaki hasım dünya ortasında kendimizi müdafaa edebilmemiz, kendimizi yeniden üretebilmemiz, gelecek nesillere sağlıklı kültür aktarabilmemiz mümkün değildir.
Toplumun geri kalmışı, insanlarını yeteneğine göre değerlendiremeyen toplum demektir. Dünya ülkelerinin ekserisi bu kategoridedir. Bir toplumun kendini üretme araçlarının en başında dil gelir ve dil, tarihle beraber düşünülür. Dolayısıyla Batılı toplumda hukuk, filoloji ve tarih birbirinden ayrılmaz ve vazgeçilmez üç bilim dalıdır. Bu üç bilim dalı bir arada yürütülmediği takdirde, o toplumda sağlıklı bir felsefî düşünce ve dünya görüşü gerçekleşemez ve gelecek nesillere aktaracağınız kültür kalıpları teşekkül edemez.
Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. O zamanlar dünyada tanınan muhteşem bir fakülteydi; geniş ve tanınmış bir kütüphanesi vardı. Fakat on beş sene içinde o adamları ve o kurumu erittik. Demek ki Türkiye dışa açılmaya hazır ve istekli değildi. Nitekim Afrika ülkelerinin bir kısmında okuma yazma seferberliği yapıyorlar, okuma yazma oranı birden bire %90’a çıkıyor, fakat 10 yıl sonra %30’a düşüyor. Çünkü onu besleyecek mekanizmalar yok. İşte bizim Dil-Tarih ve Edebiyat fakülteleri maceramız da buna benzemiştir.
Reklam
Yani Fransızca öğreniyor, İngilizce öğreniyor, hatta Fransızcayı çok iyi bildiğini iddia ediyor ama, Latince ve Yunanca bilmiyor; Fransız diline ve Fransız kültürüne sahip bir insan, Latince ve Yunanca bilmiyorsa o kültürü bilmiyor demektir. Bu çok açık bir şeydir. Dikkat edin, Arapça, Farsça öğrenmeyen yabancı bir Türkolog gördünüz mü? Çünkü bu dilin %40’ı Arabî ve Farsî kelimelerden, deyimlerden oluşur, ister istemez bu kültürü anlamak için bu iki dili de bilmek zorunludur. Ecnebî Türkolojiyi öyle yapar.
Dün Frankofonduk, bugün Amerikanofonuz, bütün referans sistemlerimiz dış dünyayı tanıma bu yolla oluyor ve seçkin gruplarımız böyledir. Bu yapı henüz değişmeye başlıyor.
16. asırda, V. Karl (Şarlken) devrinde Kurtuba’daki büyük camiin sütunlar ormanından oluşan şahane görünümü ve simetrisi, orta yere inşa edilen bir İspanyol basilika altarı ve şapeli ve sağa sola monte edilen ikonlar ve aziz heykelleriyle mahvedilmiştir. Bu sanatta bir dar kafalılık, yerel görgüsüzlük örneğidir. Bu sadece vandalizmin değil, dünyaya kapalılık ve yerel bağnazlığın küstahça ifadesidir. Maalesef bütün asırlarda, her yerde tezahür edebilecek bir tutumdur. Bugünkü Batı Avrupa’nın temelinde bu tutumun da olduğunu unutmayalım.
Söylediğim gibi en hafif bir enflasyon fırlaması, işsizlik büyümesi, demokrasiyi Batı’da da öyle çok vazgeçilmez rejim olmaktan çıkarabilir, örnekleri de vardır; son araştırmalar gösteriyor ki Weimar Almanyası’nda Nazizm’e kapılanlar işsizler değil, daha çok işini kaybetmekten korkanlardır. İnsanlar işsizdir, diktatoryanın peşinden yürümüşlerdir dersiniz ama; onlar değil, “işimi kaybederim” korkusunun hâkim olduğu alt orta sınıfların ve işçilerin önemli bir kesimi bu rejimi seçimle iş başına getirmiştir.
Reklam
Demokrasi, Batı ile Doğu arasında bir ayrımın göstergesi değildir. Bu anlamda bugün demokrasi üreten milletlerin çoğu onu çok geç devirde öğrenmişlerdir ve hatta halen de tam öğrenememişlerdir.
Yani bizim bildiğimiz parlamentarizm, çoğulcu toplum, demokrasi Batı’da da İngilizce konuşan toplumlara has bir şeydir. Fransızlar ve Almanlar onu el’an Anglosaksonlar gibi kavramamış ve çok geç öğrenmişlerdir. İhtilâlle demokrasi öğrenmek marifet değildir. Fransa çok kanlı bir bedel ödemiştir ve daima aksamaları olmuştur. Almanca konuşan milletlerin demokrasi geleneğine ise hiçbir şekilde saygı duymak mümkün değil. Hiçbir aklı başında tarihçi ve sosyolog bu ülkeleri demokratik ananeli toplumlar olarak gösteremez.
Kilise devlettir, gerçek anlamdaki Tanrı devletinin yeryüzündeki temsilcisidir ve Batı’da o yüzden dünyevî devlet ehven-i şer, geçici bir toplumsal uzlaşmadır. Papa imparatora taç giydirir. Krala taç giydirir. O sayede hükümdarların yetki ve iktidarları tasdik edilir. Karlus Magnus imparator olmak için Papa’nın ayağına gidip, Roma İmparatoru tacını ve Lombardların demir tacını öyle giyiyor. Papayı ayağına çağıran ilk imparator, Napolyon. Yani geleneği ancak 19. yüzyıl başında ve o kadar yıkabiliyor. Oysa Doğu’da hiçbir zaman Hıristiyan kilisesinde, Doğu Roma kilisesinde devlet kilisenin gölgesi olmamıştır.
Batı’da devlet şeytan işidir. Asıl devlet, göklerin melekutudur.
Yani Batılılar devlete bizden çok daha tâbi ve saygılıdırlar. Buna rağmen Batı’da “devlet” diye kutsal bir mefhum ve müessese yoktur. Teoriye göre devlet, bir kontratlar sistemi sonucunda oluşmuştur. Tarihîdir, gözle görülür bu. Oysa Doğu’da devlet ilâhîdir, kutsaldır.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.