Deklarasyonun imzalanacak barış anlaşmasına dahil edilmesini sağlamaya kararlı Weizmann, savaştan sonra düzenlenen Paris Barış Konferansı'ndaki Siyonist delegasyonun başkanıydı. Yahudilerin milli yurduyla neyin kastedildiği sorusuna, "İngiltere ne kadar İngilizse, o kadar Yahudi olacak bir Filistin" yanıtını veriyordu. Ne var ki Yahudilerden oluşan bir azınlığı, Arap çoğunluğun efendisi haline getirmek gibi suçlamalarla muhatap olmamak için, Yahudi "devleti" diye bir ifadeyi açıkça ağzına almaktan kaçınıyordu. İngilizlere yaptırabileceklerinin bir sınırı olduğunu iyi biliyordu. DST'nin başkanı olarak, Yahudi milli yurdu tasarısının hayatta kalabilmesi için İngilizlerin sürekli desteğine ihtiyacı olduğunun farkındaydı. Balfour'un ise ikna edilmeye o kadar da ihtiyacı yoktu, zira kendisi Filistin'deki "Yahudi olmayan toplulukların" çıkarlarına ilişkin her türlü meseleyi açıkça reddediyordu. 1919 yılı yazında şunları dile getiriyordu: "Bizler mevcut bir topluluğun istekleriyle alakadar değiliz; bilakis bizler bilinçli olarak yeni bir topluluk oluşturmaya gayret ediyor ve bu topluluğun [Yahudilerin] ileride sayısal olarak çoğunluğu teşkil etmesi için uğraşıyoruz." Kendinden sonra gelen dışişleri bakanı Lord Curzon'a yazdığı bir notta ise şöyle diyordu: "[Siyonizm] şu anda okadim topraklarda yaşayan 700 bin Arabın istek ve ön yargılarından çok daha derin bir öneme sahip"tir ve Arapların Filistin üzerindeki hak iddiaları "Yahudilerinkinden çok daha zayıftır."
Sayfa 32 - Say YayınlarıKitabı okudu
Süveyş Kanalı, ticari ve stratejik yönden büyük öneme sahipti: Hindistan'a ve İngiltere'nin Uzak Doğu'daki diğer sömürgelerine giden ana güzergâhı oluşturuyordu, dahası artık donanma için hayati öneme sahip İngiliz petrolünün büyük bir kısmının taşındığı rotaydı. İngiltere'nin Filistin üzerinde kuracağı denetim, 1916 yılında yapılan Sykes-Picot Anlaşması'nda öngörülen uluslararası denetim mekanizmasından daha tercih edilir bir senaryo olarak görülmeye başlamıştı, zira bu sayede bir tampon bölge oluşturulmuş olacaktı. Kabine üyelerinin çoğu, Filistin'deki Yahudi mevcudiyetinin, geri kalmış, yozlaşmış ve değişken bir coğrafya olarak gördükleri Arap dünyasında, kendileri için güvenilir bir Avrupalı müttefik teşkil edeceğine inanıyordu. Nitekim Siyonizme verilen desteğin altında hem savaş zamanının zorunlu kıldığı hem de daha uzun vadeli emperyal hedefler yatıyordu.
Sayfa 30 - Say YayınlarıKitabı okudu
Reklam
Filistin, Irak'taki petrol rezervlerine giden kara yolunun üzerinde bulunuyordu ve İngiltere, Irak'tan Filistin'deki Hayfa limanına uzanacak bir boru hattı inşa etmeyi planlıyordu; limana getirdiği petrolü oradan gemilerle İngiltere'ye gönderecekti. En önemlisi de Filistin, Süveyş Kanalı'nın yalnızca 160 kilometre kuzeyinde yer alıyordu.
Sayfa 30 - Say YayınlarıKitabı okudu
Balfour Deklarasyonu, 1917
İngilizlerin imzaladığı ve tüm anlaşmalar arasında en kapsamlı sonuçlara yol açacak olan üçüncü anlaşma, 1917 yılının Kasım ayında duyurulan Balfour Deklarasyonu oldu. Aslen İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un önde gelen İngiliz Yahudilerinden Lord Rothschild'e yazdığı ve Filistin'deki Yahudiler için inşa edilecek bir milli yurda verilecek desteği dile getirdiği bir mektuptan ibaretti. İngiliz hükümetinin bulunduğu taahhüt hepi topu kırk sekiz kelimeden oluşuyordu: "Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını olumlu karşılamaktadır. Hükümet bu konunun hayata geçirilmesi için elinden geleni yapacaktır. Hâlihazırda Filistin'de yaşayan Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dinî haklarına yahut başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin hak ve siyasi statülerine zarar verebilecek herhangi bir adımdan kaçınılması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır." İngilizler deklarasyonda kullandıkları ifadelerde son derece dikkatliydi. Kendine ait sınırları ve bağımsız bir hükümeti olan bir devleti değil, kasıtlı olarak son derece müphem bırakılmış bir kavram olan "Yahudi milli yurdu"nu desteklediklerini beyan ediyorlardı. Buna rağmen, Yahudilerin çoğu sonraki otuz yıl boyunca bu deklarasyonu, İngiliz hükümetinin Yahudi devleti kurulmasına yardım edeceği yönünde bir taahhüt olarak gördü. Deklarasyonda Filistin'in bir Arap yurdu olduğu fikrine yer verilmiyordu. Nüfusun yüzde 90'ını oluşturan Araplardan, sadece "medeni ve dinî hakları" korunması gereken "Yahudi olmayan topluluklar" olarak söz ediliyordu.
Sayfa 28 - Say YayınlarıKitabı okudu
1916 yılında gizlice imzalanan ikinci anlaşma, imza atan İngiliz ve Fransız siyasetçilerin adıyla Sykes-Picot Anlaşması olarak anılır. Osmanlı İmparatorluğu'nun nihai yenilgisini öngörerek, bağımsızlığını kazanacak Arap topraklarının Fransız ve İngilizlerin denetlediği farklı bölgelere ayrılmasına karar vermişlerdi. Bir başka deyişle, Hüseyin'e vadedilen (ve Fransızların hakkında hiçbir malumat sahibi olmadığı) "bağımsız" Arap devleti, bir ölçüde Avrupa'nın denetimi altında olacaktı. Bugünkü Lübnan topraklarını da içeren Suriye Fransızlara, Sina'dan Mezopotamya'ya (bugünkü Irak'a) kadar uzanan bölge ise İngilizlere verilecekti. Her iki ülkenin de istediği Filistin'in büyük bir bölümü de, bir nevi uluslararası denetim mekanizmasına tabi olacaktı. Savaş sona erdiğinde bu anlaşmadan haberdar olan Arap liderler, kendilerini ihanete uğramış hissettiler. Yani şimdi Osmanlılar yerine Avrupalılara mı kulluk edeceklerdi? Orta Doğu'da sahip oldukları güç ve nüfuzu muhafaza etmek isteyen İngiltere ve Fransa, belli ki Arap topraklarını kendi aralarında bölüşmeye karar vermişlerdi.
Sayfa 28 - Say YayınlarıKitabı okudu
McMahon, Hüseyin'in sahip olduğu gücün Osmanlı hükümeti tarafından elinden alınmasından korktuğunu biliyordu; Arapların Osmanlı ordusuna karşı savaşmaları halinde, kendi hükümetlerini nasıl kuracakları konusunda İngilizlerin tavsiyelerine başvurmaları şartıyla, İngiltere'nin "Arap ülkelerinin bağımsızlığını" destekleyeceği hususunda Hüseyin'e söz verdi. İngilizler gerek İran petrolüne gerekse Hindistan'daki sömürgelerine ulaşmalarını sağlayan Süveyş Kanalı'nı, Osmanlı veya ondan sonra gelecek herhangi bir devletin tehdidinden korumak istiyorlardı. Araplardan oluşan bir ordu, İngilizlerin bu endişesini gidermeye yardımcı olabilirdi. Hüseyin yeni kurulacak Arap devletinin sınırlarını netleştirmeye çalışırken McMahon, Filistin'in statüsü ve bu yeni kurulacak devlete dahil edilip edilmeyeceği konusunda kasten müphem ifadeler kullanıyordu.* İngilizler Hüseyin'e altın ve silah sözü verdiler; 1916 yılında Hüseyin'in oğlu Emir Faysal, bir Arap ordusu kurup başına geçti. Sonraları Arap İsyanı olarak anılacak bu olayda ordu, Türk trenlerini havaya uçurdu, Türk askerilerine malzeme ve mühimmat akışını kesti ve Türklerin Suriye ve Ürdün'den çıkarılmasına yardımcı oldu. Bu Arap ordusunun faaliyetlerine ilişkin detayların iyi bilinmesinin sebebi, sonraları İngiltere'de "Arabistanlı Lawrence" adıyla ünlenecek olan İngiliz Ordusu istihbarat subayı T. E. Lawrence'ın Araplarla birlikte savaşmış olmasıydı.
Sayfa 27 - Say YayınlarıKitabı okudu
Reklam
1.000 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.