Kimsiniz dedi. Ben Mutlu Prensim. Kırlangıç, öyleyse niye ağlıyorsunuz diye sordu. Beni sırılsıklam ettiniz. Heykel, ben sağken, daha yüreğim insan yüreğiyken gözyaşı nedir bilmezdim, çünkü kapısından üzüntünün giremediği Sans Souci Sarayında otururdum. Gündüzün bahçede arkadaşlarımla oynar, akşamları da büyük salonda dansın başına geçerdim. Bahçenin çevresini saran pek yüksek bir duvar vardı. Ama, onun gerisinde ne olduğunu sormayı aklıma bile getirmezdim. Çevremde her şey o kadar güzeldi ki? Buyruğumdakiler bana Mutlu Prens derlerdi; doğrusu mutluydum da; eğlence mutluluksa. İşte böyle yaşadım, böyle öldüm. Artık ölüyüm diye beni buraya, böyle yükseğe diktiler. Şimdi beldemin bütün çirkinliğini, olanca düşkünlüğünü görüyorum. Yüreğim kurşun olduğu halde elimden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor.
Ve İstanbul işgal edildi.. Sokaklarda İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan devriveleri dolaşıyordu... Birkaç gün sonra Celal Bey "Paşam işler berbatlaşıyor, Beşiktaş ser komiseri Şevki Bey haklarında tevkif kararı verilenlerin listesini gösterdi. Siz ve ben de bulunuyoruz" dedi... Bir süre sonra evde otururken bir ses duyduk kapıyı açar açmaz salonda otuz kırk ingiliz askeri ellerindeki silâhları kapıya çevirmiş, parmakları telikte dikilmişlerdi bile...
« Efendiler siz kimsiniz... Yabancısınız ve bir Türk'ün evine girmek hakkına sahip değilsiniz ...» dedim
Süfyân-ı Sevrî (rh.) anlatıyor: "Kâbe-i Muazzama'yı tâvaf
ediyordum. Her adımda salavât-ı şerife getiren bir kimse gördüm. "Her makamın bir duâsı vardır. Neden hep salavât-ı şerife getiriyorsun?" diye sordum. Dedi ki:
- Hac niyetiyle, babamla birlikte yola çıktık. Yolda, babam
vefât edince yüzü simsiyah oldu ve başı hınzır başına döndü.
Babamın yüzünü örttüm ve büyük bir şaşkınlık içinde ne yapacağımı düşünürken uykum geldi. Rüyamda çadıra birisinin girdiğini gördüm. O güne kadar ondan güzel yüzlü kimse görmemiştim. Güzel kokusu, yalnız bizim çadırımızı ve etrafımızı de
ğil, âlemi doldurdu. İzzet ve vakâr ile gelip babamın başucuna
oturdu. Yüzünden perdeyi kaldırdı. Mübârek elini babamın yüzüne sürdü. Babamın yüzü evvelkinden daha güzel olmuştu.
saadet sahibi kalktı ve gitmeye hazırlanırken eteğini tutup;
"Kimsiniz? diye sordum."
"Sen, beni bilmez misin? Ben, Sâhibü'l-Kur'ân Muhammed
Mustafa'yım. Senin baban -gerçi günahkâr ve fasık idi- lâkin,
bana çok salavât-ı şerife getirirdi. Böyle bir musibete dûçar olduğunu, bunun salavât-ı şerifesini bana getiren melek haber
verdi. Ben de gelip onu bu beladan kurtardım." buyurdular.
Bundan böyle ol Hazret-i Seyyidü'l-Beşer'in salavât-ı şerifesiyle devamlı olarak meşgul olacağım. Tâ ki, şefaatine nâil
olayım ve bütün tehlikelerden kurtulayım.