Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Arkamızda Dönen Dolaplar

Samiha Ayverdi

En Eski Arkamızda Dönen Dolaplar Sözleri ve Alıntıları

En Eski Arkamızda Dönen Dolaplar sözleri ve alıntılarını, en eski Arkamızda Dönen Dolaplar kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Kütleleri Hikmetten, irfandan gösterdiği aydınlıkla doğru yola çekecek olanlar, kitaplardan başlarını kaldırmayan ilim adamlarından daha başarılıdır.
Sayfa 81
Türk, kültürünü kitabî olmaktan çok şifâhî olarak sürdürmüştür. Mesela hattat yazdığı Kuranı Kerim’e imza koymayı lüzumsuz bir gösteriş, bir benlik alâmeti sayarak bundan çekinmiştir. Kezâ mimar, çok defa da inşâ ettiği bir abideye ismini koydurmamıştır.
Sayfa 46
Reklam
Kuran’ı Kerim tevhit ağacıdır. Ama biz onu ne suluyor ne de meyve ve mahsulünden faydalanabiliyoruz. İşte bugün müstakil İslam devletleri mensupları, Kuran’ı Kerim’e abdestsiz el sürmeyecek kadar haya ettikleri halde aynı Hak kelâmının birer canlı ayeti olan insan oğlunun gaflet içinde bocalayarak, gereği olanları ihmal etmesine nasıl fırsat veriyoruz ? İşte gene bir ayette buyrulduğu gibi tefrikaya düşüp bölük bölük olmanın, ancak kafirleri sevindirdiğini unutarak, bindiğimiz Burak’ı terk edip tahta ata binmek suretiyle kendi kendimizi acınacak hale getirmiş değil miyiz ?
Sayfa 66
Hayatımızdan irfan ve hikmeti kovalı beri dumûra uğramış bir kafanın idraksizliği yüzünden, siyasi dalaletler ve içtimai bozukluklarla içten içe çürüme, kabuklaşmaya başladık. Bu yüzden de hastalığımızın teşhis ve tedavisi yoluna gidemez olduk.
Sayfa 165
Türk devletinin gücü, bir yeni Süleymaniye yapacak kudrette olsa bile bizâtihi düzenini ve kafiyesini kaybetmiş milli şuur, artık kupkuru madde yığınından ibaret olduğu için her el attığı ve her sahip olmak istediği düzensizliğe iltifat ederek meydana çıkaracağı abide, güzellikten, birlik ve ahenkten kaçmış bir kakafoni meyli taşıyacaktır... Bugünün sanatı, şiiri, mimarisi ve hayat düzeni ise vezinsizlik, kafiyesizlik, düzensizlik, kopukluk ve dağınıklıkların mâhsulü olmuştur.
Sayfa 177
Târihimizi, bilhassa yakın târihimizi çok iyi öğrenin.
Reklam
Tabiatta kabalık yoktur, şu bir günlük ömrü olan çiçeklerin bile ne kadar özene bezene yaratılmış olduğunu görürken biz nasıl kabalığa döneriz?
Adalet ve hoşgörü anlayışında, Türklerle yarışacak bir başka millet bulmak, herhalde pek mümkün olmasa gerek.
Hikâye mâlumdur ama gene de tekrar edelim: Bir tarlada serçeler sürü hâlinde yem arayıp nafakalanıyorlarmış. Karşıdan, elinde asâ, sırtında cübbe, sakalı göğsünde bir adam görünmüş. Kuşlardan biri ürkerek: “Âdem oğlu geliyor kaçalım...” demişse de, ihtiyar serçe: “Hayır, o bir din adamıdır, bize zararı dokunmaz,” diye kararını bildirince kaçmamışlar. Lâkin adam tam sürünün hizâsına gelince, elindeki sopayı şöyle bir savurarak üstlerine fırlatmış ve serçelerden birinin ayağını kırmış, Bu beklenmedik hâdise üzerine kuşlar toplu olarak Süleyman Peygambere haklarını dâvâ etmek üzere gitmişler. Süleyman: “Peki... demiş. Ben de o adamı buldu. rur ve ayağını kırdırarak kısas! ederim.” Bu cevap, ihtiyar serçeyi hiç tatmin etmemiş ve; “Hayır, bunun kime ne faydası olur? Sen onu buldur ve kisvesinden soy. Tâ ki bizim gibi başkaları da şekline ve sûretine bakıp aldanmasın...” demiş. Hakîkî din adamı, su gibi, ekmek gibi Türk'ün nafakasıdır. Onu yetiştirmek, onu bulmak gerek. Yoksa, ya taassubu, ya sahtekârlığı, yâhut da küfrü ziyâdeleştiren kimse, nasıl din adamı olur?
Müslümanların sofrasına domuz eti girmediği gibi, Müslüman-Türk'ün nafakası içinde de bugüne kadar tek bir domuz eti bulunmamıştır. Müslüman, ona sürünmez, etini de yemez ama ondan uzak kaldığı halde Allâh'ın bir mahlûku olduğu için ona zarar vermez, hattâ hikmet ve irfan sâhibi olanlar, ona asla hakâret de etmezler. Meselâ Ahmed Rifâi'nin, bir sabah, rastladığı domuza: “Sabahların hayır olsun!” dediğini duyan yakınları: “Ama Hazret, o domuz!” diyince, karşılık olarak: “Ağzımı iyiye alıştırıyorum. Hem, Cenâb-ı Hak, onun etini haram ederken, hakâret de edin! demedi ki...” cevâbını vermiştir. Bu zarif ve ince düşünce içinde, domuzu gıdâları arasına sokmayan Müslüman-Türk'ün son zamanlarda batının âdet ve nizamlarını görmeden hattâ düşünmeden kabul edecek bir gaflet içine düşmüş bulunduğunu anlamamak mümkün değil.
Reklam
Almanya'dan gelen bir heyet, Karatay ve İnce Minâreli Medreseleri'ni gördükten sonra hayranlıklarını açıklayarak: "İşte bunlar gençlere okumak şevki verecek örnek mekanlar!" demişlerdi.
Öyle değil miydi? Biz insanların hayvânî ya da nebâtî her yediğimiz lokmayı ifna ederken onların hakları verip vermediğimizi düşünmemiz gerektiği bir gerçek değil midir? Evet, yemek sûretiyle kendi bünyemize karışan gıdâların sıfat ve şekillerinin hayırlara tebeddül etmesi, yaradılışlarının gâyesi olduğuna göre, tebdîl-i sıfat ettirdiği ve onunla kuvvet bulan biz insanlar, onlara karşı olan mesûliyetimizi yerine getirmeye nasıl mecbur olmayız? Yiyip içerek gücümüze güç katarken hayra mı, yoksa şerre, şekâvete, nifâka mı alet olmaktayız? Bu yoldaki endîşedir ki insan oğlunu düşündürüp utandırsa hiç de hatâ yapmamış olur.
Şam'da hastalandığı zaman, kefenini bir mızrağa bağlatarak, eline verdiği dellâl vâsıtası ile şehirde, sokak sokak dolaştırmış ve, “Ulu bir devlete ve pâyansız zaferlere sahip olan Selâhaddin-i Eyyûbî işte dünyadan bu kefen ile göçüyor" diye ilân ettirmiş bulunuyordu. Bıraktığı miras arasında bir dinar altın ile kırk yedi dirhem gümüşten başka malı çıkmamıştı. Öyle ki cenâze masrafını bile kız kardeşi karşılamıştı.
26 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.