"Aşktan nefret değil, hatta tiksinti... Hem bu sefer zannederim, sonsuz bir tiksinti... Asıl sen beni dinle, zira asıl söylemeye benim ihtiyacım var ve beni yalnız sen tamamıyla anlayabilirsin zannederim... Buradaki bütün kadınları görüyorsun değil mi? Pekâlâ, işte İstanbul kozmopolit âleminin en nefis, en müstesna kadınları... Seni temin ederim ki bunların hiçbiri şu anda bana hiçbir şey söylemiyorlar... Evet, hiçbirisini sevecek değil, arzu edebilecek bir halde bile değilim... Fakat rica ederim yanlış anlama; çünkü bende halleden bir kuvvet var ki bu güzelliklere karşı peyda olmak yeteneğinde olan aşkı değil, hatta arzuyu bile, daha cenin halindeyken mahv ve yok ediyor... Nihayet, nihayet bu mahv ve yok kuvvetinden kurtulsa kurtulsa pek az biraz arzu kurtulabiliyor ki- yalnız arzuyla, yani aşksız aşk kadar beni harap ve nefrete sevk eden başka bir şey bulmak imkânı yoktur...
Öbürü: "Lakin zannetmem ki sandalyelerin rutubetini bu sıcaklığınla mahvedebilesin... Evet, şimdi hazırlanıyorum, bir itiraf sahnesi değil mi? Ve teslim ederim ki sen bunları çok iyi oynarsın... Fakat biliyor musun, artık bunlardan o kadar bıktım ki bana bulantı veriyorlar... Yanımda birisi bana aşktan bahsetmesin de başka her türlü fedakârlığa razıyım..."
Öbürü, gömleğinin, smokininin yakasının, saçlarının parıltısı arasında, donuk yüzünde, şimdi yarı alaycı bir merakla parlayan siyah gözleriyle dik dik ve şaşkınlıkla bakıyordu.
"O, o, yine galiba beyimizin aşktan nefret buhranları olmalı," diye söylendi.