Dil, dünyanın nasıl olduğunu resmediyordu, ne var ki, nasıl göz kendisini görüş alanı içinde temsil edemiyorsa, bunu nasıl yaptığını resmetmek de imkânsızdı. Göz gibi dil de, bir alanın içindeki bir nesne değil, o alanın sınırıydı. Dilin sınırları üzerinde düşünebilirdiniz, ama bunu dilin kendi içinden yapmanız gerekiyordu ki, bu da saçma bir paradokstu. Bir şeye bakarken kendinizi görmeye çalışmaya, bir maşayı kaldırmak için aynı maşayı kullanmaya benziyordu bu. Ya da Kızılderililerin, çıktığınız merdiveni dik tutmaya çalıştığınız ip oyunu gibi bir şeydi. Wittgenstein, arkasına ölümün karanlığını alarak dilin en ucunda duruyordu; dili tutulmuştu. Mesela, el sallayarak, gülümseyerek ne demek istediğinizi gösterebilir, ama söyleyemezdiniz. Sözün sınırlarını aşan şey, hakkında hiçbir şeyin söylenemeyeceği Tanrı’nın karanlık uçurumuydu. Sözün ötesindeki İbrani Yehovası’nın sureti çizilemezdi. Tanrı, halkından uzaklaşmış, onlara arkasını dönen gizli bir Tanrı’ydı; onun karanlığının içinde bir yerlerde bolca umut ve sevgi vardı, ama bizim için değildi bunlar. Etikten söz edemezdiniz; etik, yaptığınız bir şeydi. Ancak dilinizin sınırlarına dikkat çekerek, sessizliğe büründüğü yerlerin altını çizerek, ufukta bir an yanıp sönen güneş ışınları gibi, asıl önemli olan şeyin bir anlığına gözükmesini sağlayabilirdiniz. Dili un ufak olduğu yere kadar sürükleyip neler olduğunu görebilirdiniz. Belki de hakikat ancak, dilin kendisini yakarak kurban ettiği ateşin o kısacık alevinde, kendisini havaya uçururken yükselen parıltıda bir an için görülebilecek bir şeydi.