Yukarıya, odaya çıkıp parkamı giydim, battaniyeyi yatağa örttüm, sağını solunu düzelttim, aklımdan iyi şeyler geçirdim, küçükken yazın Kur'an öğrenmek için gittiğim kurs Cedit Camii'nin arkasındaydı, bir avludan, duvara dayalı bir örnek tabutların arasından geçilip gidiliyordu, kavak ve çam kokuyordu avlu, bazen itti-bitti oynuyorduk, tabutların arkasına saklanıyorduk Düriye'yle, Düriye'nin basma entarisi vardı, kırmızı, sabun kokan, işte o kursta "şol cennetin ırmakları"nı söylüyorduk, hocaya cennette de gökyüzü var mı diye sormuştum, bana biraz uzunca bakıp, var demişti, ben de öbür dünyayı hep bir kalenin dibinde, ortasından dere akan yeşil, ağaçlıklı, mavi gökyüzünün altında çadır filan kurulabilen serin bir yer olarak, Hasankale'de çermiklerin bulunduğu düzlük gibi düşünmüştüm, ölümden hiç korkmamıştım.
Taner, or'da mısın? diye sordum Taner'e. Yanıt yerine içimi çektim.
Taner'i haber verdiklerinde, birden ölümden korkmam gerektiğini anlamıştım. Kiminin sağ yumruğunun, kiminin sol yumruğunun havada olduğu anma toplantısında biraz katılaşmış, sağırlaşmış bir biçimde arkalarda durmuştum, kargaların söğütlere, akasyalara konup kalkışını izlemiştim, Köroğlu'nu çaya tepen Mustafa Bey'i dinleyip, çalıp söyleyip, yorum yaptığımız o son geceyi düşünmüştüm. Çaya tepme olayını gözümüzde canlandırmış, gülmüştük. Birkaç gün sonra, kendi adlandırmasıyla "kırsala geçecekti." Ertesi sabah yurttan taşınmıştı, sarılmıştık birbirimize son kez.
Kiziroğlu Mustafa Bey'lere karıştı, kayboldu, kırların koynunda kaldı Taner.