"Bir kız çocuğuna kendisini değersiz hissettirmenin en kestirme yolu, dünyaya başkalarına hizmet etmek için geldiğini, varlığının kendinden menkul bir değeri olmadığını ona doğduğu günden, hatta öncesinden beri aşılamak olsa gerek."
Sen hep, küçük kızların ip atladığı sokağa bakan tozlu camları silerken, seni bir gün bu dar hayattan kurtaracak beyaz duvaklı hülyalar kuracaksın, Gülbike. Omzundaki ağır yükün başka pencere pervazlarında sana ait olacağını sanarak teselli bulacaksın. Yüklendiğin hayatların tercihin değil, sana anneannelerin bıraktığı eski bir miras olduğunu düşünmeyeceksin bile. Değişenin yalnızca başka fayans taşları, başka parkeler olduğunu hiç anlamayacaksın. Bir gün geriye bakıp arkanda yalnızca temiz havlular, ütülü çamaşırlar, yıkanmış bulaşıklar gördüğünde, bu hayat senin mi, yoksa başkalarının mı; cevaplayamayacaksın.
Gördüklerimiz, gerçekleri çepeçevre kuşatan perdenin bize ulaşan yalancı yansımasında başka bir şey değil. Bu perdenin arkasında koskoca bir dünyanın dönüp dolaştığını çoğu zaman fark etmiyoruz bile. Onun bize bakan sahte yüzüne sorgusuz sualsiz inanmakla yetinmeyi nedense daha kolay buluyoruz.
Sen, bu gri taşlı yollar üzerinde hep böyle boynu bükük kalacaksın Gülbike. Kimse üzerine basıp geçtiğini bilmeyecek. Şu sildiğin duvarlar arasında gün gün paslanacaksın.
Kendi içimizde bizden öte bir biz olduğunu bilirdik, ama bir başkasının teninden ötesine dokunabileceğimize inanamazdık. Yürürken birbirimize çarpardık, ama konuşmazdık. Her sabah aynı durakta bekleyip aynı otobüse binerdik, ama hangimizin nereye gittiğini bilmezdik. Her biri kendi içinde yaşadığı halde hepsi aynı çoban tarafından güdülen, kalabalık bir koyun sürüsü gibiydik.
Halbuki hepimiz aynı merhametten yaratılmış, bilerek biraraya konmuştuk. Hepimizin kalbi aynı zaaflar, aynı endişeler, aynı emellerle çarpıyordu. O zaman, her ikimiz de insandık da, niçin birbirimize ulaşamadık?