1948 yılında New England’da elim bir iş kazası sonucu beyni hasar gören Phineas Gage’in öyküsünden yola çıkarak sosyal davranışlarımızın oluşmasında neyin etkili olduğunu, zihnin; beyin ve vücutla bağlantısı olup olmadığını anlamak için yola çıkan yazarımız zihnin ve duyguların beyin ve vücutla ilişkisini olmadığını iddia eden Descartes’in yanılgısını imgeler, hisler ve somatik işaretleyicilerden yolara çıkarak anlatmaya çalışıyor.
“ Buradan, doğası ya da tüm özü düşünmek olan bir madde olduğumu ve bu maddenin varolması için hiçbir mekana ya da herhangi bir maddi şeye ihtiyacı olmadığını anladım; öyle ki, bu ‘ben’ yani beni ben yapan ruh, vücuttan tamamen ayrı ve bilinmesi ondan daha kolaydı; ve vücut olmasa da, ruh neyse öyle olmaya devam edecekti.
Descartes'ın yanılgısı işte budur: Vücut ile zihnin bir uçurumla birbirinden ayrılması. Bir tarafta ölçülebilen, boyutlu, mekanik olarak işletilen sonsuza dek bölünebilir vücut maddesi; öteki tarafta ise ölçülemeyen, boyutsuz, itilip çekilemeyen, bölünemez zihin maddesi. Akıl yürütmenin, ahlaki yargıların, fiziksel acı ya da duygusal karmaşadan doğan ıstırabın, vücuttan ayrı olarak varolabileceği önerisi. Özellikle; zihnin en incelikli işlemlerinin biyolojik bir organizmanın işleyiş ve yapısından ayrılması.”
S.256
Keyifli okumalar dilerim.
Hafif ya da ağır, psikolojik rahatsızlıkların, ana vücutta hastalıklara neden olabileceği nihayet kabul edilmeye başladı, ancak hangi koşullarda ve ne derecede somatik hastalığa neden olabildikleri henüz araştırılmadı. Oysa ninelerimiz bütün bunları tabii ki biliyorlardı: Kederin, sapiantılı kaygıların, aşırı öfkenin ve benzerinin, kalbimize zarar vereceğini, ülsere yol açacağını, cildimizi bozacağını ve bizi enfeksiyonlara karşı daha zayıf kılacağını bize söyleyebilirlerdi. Ama bütün bunlar bilime göre çok "halk işi", çok "soyut'' şeylerdi ve öyleydiler zaten. Bu gibi halk bilgeliğinin temellerinin ciddiye alınıp araştırılımaya değer olduğunu keşfetmek tıbbın uzun zamanını aldı.
Son üç yüzyıl boyunca biyolojik araştırmalar ve tıbbın amacı, yalnızca ana vücudun fizyoloji ve patolojisini anlamaya çalışmak olmuştur. Zihin, büyük ölçüde dinin ve felsefenin ilgisine terk edilerek dışarıda bırakılmış ve hatta özgül bir disiplin olan psikolojinin odağı olduktan sonra bile, yakın zamanlara kadar biyolojinin ve tıbbın ilgi alanına girmeyi başaramamıştır.
... Bütün bunların sonucu, tıbbın görev konusu olan insanlık kavramının kesilip atılması olmuştur. Hastalıklı vücudun zihin üzerindeki neticelerinin ikinci planda düşünülmesine ya da hiç düşünülmemesine şaşırmamak gerekir. İnsanların kendi tıbbi durumları hakkında his settiklerinin, tedavinin sonuçlan üzerinde çok önemli bir rolü olduğunu tıbbın fark etmesi çok uzun zaman almıştır.
Tabii ki doğadan gelen beynin ve zihnin, büyücü çıraklığına soyunup doğanın kendisini değiştirmeye kalkışması oldukça risklidir. Ne var ki, doğanın zorluklarını göğüslemekten kaçınmanın ve çekilen acılan azaltmaya çalışmamanın da riskleri vardır. Aslında, hiçbir şey yapmamanın çok büyük riskleri vardır. Salt kendine doğal geleni yapmak, yalnızca daha iyi dünyaları ve yöntemleri hayal edemeyenleri, olabilecek dünyaların en iyisinde bulunduklarına inananları mutlu edebilir.
Uzun süredir, insanlar yeni ve düşünce dolu bir evrim aşamasında bulunuyorlar; bu aşamada zihinleri ve beyinleri, vücutlarının ve oluşturdukları toplumların hem hizmetkan hem efendisi olabiliyor.