Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Dokunma Sözleri ve Alıntıları

Dokunma sözleri ve alıntılarını, Dokunma kitap alıntılarını, Dokunma en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
"Bağışlar mısın bir iki yıl kaçındığım, ama Sonra tümüyle battığım günahı? Bunu yaptığında, sona ermez işin, Çünkü daha fazlası var bende."
Bağımlılığın yalnızlığı gidermenin yollarından biri olduğunu söylemek, yanlış bir izlenim vermek olur. Bağımlılığın gi­derdiği şey, hücre hapsinin getirdiği duyusal yoksunluktur. Ve hücre hapsi, şu ana kadar belirttiğim gibi, dört duvarı, kilitli bir kapıyı ve bir gardiyanı gerektirmez; yalnızca dünyayla olan do­ğal karşılıklılık duygumuzu yitirmemiz ve elimizden geldiğince bu yitimi gidermeyi deneyecek kadar acıyla onun bilincinde ol­mamız yeterlidir.
Reklam
Dolu olup olmadığını anlamak için her şişeye parmağını sok, en emin yol budur, çünkü hiçbir şey dokunmanın yerini tutamaz. Jonathan Swift,
Proust için belleğin gücü, yitirdiğimizi fark etmeyecek kadar bütünüyle yitirmiş olduğumuz şeyi bize geri getirmesinde yatar.
"Bazen yalnız ol­maktan duyduğum coşkuya, bu duygudan açık biçimde a­yırmakta güçlük çektiğim bir başka duygu eklenirdi: Kollarım arasında sıkı sıkıya tutabileceğim bir köylü kızının gözlerimin önünde belirmesi arzusunun harekete geçirdiği bir duygu."
Soi [insanın kendisi] kendini ölü, yaşamın kaynağından kopmuş duyduğunda ben olur; ancak bu, genç Marcel için bilinçli bir tutum olmaktan çok bedenin bir itkisidir, tıpkı üzüntülü ruh halleri içinde Wordsworth ile Coleridge için olduğu gibi. İnsanın yaşıyor olduğunu bilmesinin, ancak bunu hissedememesinin; daha çok yaşamın var olduğunu, ama başka bir yerde bulunduğunu ve kendisinin bir biçimde ondan kopmuş olduğunu hissetmesinin getirdiği bir durumdur. İnsanın bir başkasına dokunmakla azaltılabileceğini hissettiği bu belli belirsiz, belirli bir odağı olmayan özlem, gerçekleştirilmesi için çok az şey gerekiyormuş gibi göründüğü, buna karşılık o çok az şey, her şey demek olduğu için böylesine engelleyicidir.
Reklam
Merleau-Ponty'nin La prose du monde'da (Dünyanın Düzyazısı) belirttiği gibi, aynaların getirdiği zorluk, çok fazla şey göstermeleridir. Normal yaşam akışı içinde bedenimi aynada gördüğüm gibi görmem. Bedenim, aynada olduğu gibi bakışıma açık bir nesne değildir; bakan, hisseden, hareket edendir. Benim açımdan dünya, onu gördüğüm için değil, onun bir parçası olduğum için vardır. Normal yaşam akışı içinde, bakmam, yalnızca görürüm. Ama görme alanımı çevreleyen bir çerçeve varsa, alanla ilişkim değişir. O çerçevenin içinde olan şeyler hemen beni yakalar, incelenmeyi ister. Aynı zamanda, çerçevenin içinde olan şey dünyanın kalanından ve benden kopmuştur. Aynaların kendilerine özgü dehşeti ve çekiciliği, bize dünyayı normalde ya­şadığımız şekliyle değil, bakışımıza açık, buna karşın ulaşım alanımızın sonsuza dek ötesinde olarak sunmalarında yatar.
Benjamin şöyle yazar: "Baktığımız bir nesnenin halesini algılamak:, bizim bakışımıza karşılık bize bakma yeteneğiyle donatmak: demektir onu." Bu karşılıklılık, Benjamin'e göre, anın biricikliği duygumuza bağlıdır; hale, "ne kadar yakın olursa olsun, benzersiz bir uzaklık fenomenidir. Bir yaz günü öğleden sonra dinlenirken, gözlerinizle ufuktaki bir dağ silsilesini veya gölgesi üzerinize düşen bir dalı izlerseniz, o dağların, o dalın halesini yaşarsınız." Hale, uzaklığı ortadan kaldırmaz; Benjamin'in daha önce dostluk hakkında kullandığı nefis bir söze uyarlayacak olursak, uzaklığa hayat verir. Böylelikle, yaşanan şeyin biricikliği, yinelenemezliği duygusuyla doldurur içimizi. Hale, bir nesnenin bu ya da şu yönü karşısında değil, yalnızca var olduğu, bizim de onu gözlemekle var olduğumuz şeklindeki yalın gerçek karşısında hayrete kapıldığımızda, bir nesneyi kuşatan şeydir. İster fotoğraf, ister sinema yoluyla olsun, mekanik yeniden üretim haleyi yadsır ve yıkar.
İşte, gittiler, bense burada kalmak zorundayım Bu ıhlamur ağacından çardak benim hapishanem! Yitirdim, Yaşlılık gözlerimin ferini Söndürmüş olsa bile, anısı çok tatlı olabilecek Güzellikleri ve hisleri! Oysa, onlar, Belki de bir daha hiç görmeyeceğim dostlarım, Baharın geldiği fundalıkta, tepenin yamacında Neşeyle geziyorlar .. .*
"Lütfen dokunmayın." Her müze veya galeri ziyaretçisinin okuduğu bir yazıdır bu. Ve insan yazının mesajını unutup biraz fazla öne doğru eğilecek olursa, bir konturu izlemek veya arkadaşına bir figürü göstermek için elini uzatacak olursa, ken- disini uyaracak bir görevli her zaman hazır beklemektedir. Ama bir bakıma, yazı hem fazlalıktır, hem de insanı yanlış yola sürükler. Bir müzede veya galeride, dünya kültürünün bütün büyük ve ünlü nesneleri "elimizin altındadır." Ziyaretimiz boyunca onlar bize aittir. British Museum'da Rosetta Taşı'ndan Elgin Mermerleri'ne hareket edebilir, Lindisfarne İncilleri'nden eski bir Çin Buda heykeline yönelebiliriz. Kitapların bize anlattıklarının görsel olarak doğrulanması açısından ideal bir yerdir burası ve o anlamda çok değerli bir eğitim aracıdır. Ama nasıl gramofon ile radyo, ulaşmak için hiçbir çaba göstermemize gerek kalmaksızın bize dünya müziğinin başyapıtlarını getirdiyse, burada da büyük bir kültürel önemi olan başyapıtların ve nesnelerin sayıca çok fazla ve yakınımızda olması her birini kendi halesinden yoksun bırakır. Görevli bakmadığında, onlara gerçekten de dokunabiliriz - ama onlar bize dokunabilir mi?
Reklam
Okyanusa elimi daldırmakla, bir biçimde orada bulunmuş olduğumu kanıtlamıştım. Bir fotoğraftan daha az kalıcı bir edim olsa da (öyle ya, bir duyumun süresi nedir?) elimi Pasifik'e daldırmam fotoğrafın asla yapamayacağı şeyi yapmış, gerçekten de orada olduğumu, orada "kişisel olarak" bulunduğumu kanıtlamıştı. Çok kısa süre sonra, o ana ilişkin hiçbir şey hatırlayamıyordum elbette, bir tek kumda hızla ilerlediğim duygusu ve hiçbir biçimde diğerlerinden farkı olmayan deniz suyunun bende yarattığı hayal kırıklığı dı­şında. Dolayısıyla, artık bilinçli belleğimin olayı sildiği şu anda, elim bu hissi koruyor değil. Daha sonra, elimi bir başka denize daldırdığımda yeniden etkin hale gelecek Proustvari bir deneyim değildi bu. Orada yalnızca kısa bir an bulunduğum ve bütün hareketlerim herhangi bir Proustvari yeniden doğuşu ger­çekleştiremeyecek denli bilinçli ve iradi olduğu için mi öyle olamazdı? Hayır. Emin olduğum tek şey, bunu yapmak için i­çimde bir dürtü hissettiğim ve şimdi, belli belirsiz bir biçimde, dünyanın öte yanında bulunduğumu, dünyanın büyük okyanuslarından biriyle temasa geçtiğimi bildiğim.
Görme özgürdür ve görme sorumsuzdur. Gözümü en uzak ufka ve sonra yüzümün önünde tuttuğum parmaklarıma dikebilir ve bütün bunları saniyeden daha kısa bir süre içinde, hem de hiçbir çaba göstermeksizin yapabilirim. Ve bu işlemi her istediğimde yineleyebilirim. Öte yandan, ufuktaki o noktaya yürümem gerekse, bu vakit ve çaba -başka bir şey yaparak daha iyi kullanabileceğimi hissettiğim bir vakti ve çabayı- harcamamı gerektirirdi. Bakmak bana hiçbir şeye mal olmaz, oysa gitmek hem bir seçimi, hem de bir bedeli içerir. Gene de, o yere yürüme kararının kendisi, kararı izleyen yürümeye, sadece bakmanın sahip olmadığı bir ağırlık kazandırır.
Bellek, imgelem ve insanın çevresindeki dünya şiire esin kaynağı olup şiir de buna karşılık imgelemi harekete geçirdiğinde ve imgelem ödüllendirilip ödüllendirdiğinde, duygunun dumura uğraması ile duygunun geri dönüşü
Marcel üzülerek "aynı duygular, önceden belirlenmiş bir düzene göre, bütün insanların yüreklerinde eşzamanlı olarak ortaya çıkmı­yor"u keşfettikten hemen sonra şunu anlatır: "Bazen yalnız ol- maktan duyduğum coşkuya, bu duygudan açık biçimde ayırmakta güçlük çektiğim bir başka duygu eklenirdi: Kollarım arasında sıkı sıkıya tutabileceğim bir köylü kızının gözlerimin önünde belirmesi arzusunun harekete geçirdiği bir duygu." Marcel bu anıyı izleyerek farkına varır ki, böyle kollarının arasına almayı arzuladığı kadına bir anlamda her gün dolaştığı korular ve kırlık alanlar varlık kazandırmışsa, bir anlamda da o, bu koruların ve kırlık alanların ete kemiğe bürünmesidir, Marcel'in onun aracılığıyla bütün manzaraya sahip olabileceği benzersiz bir varlıktır. "Çünkü o zaman'', der Marcel, "kendim olmayan her şey, yeryüzü ve onun üzerindeki mahluklar bana daha değerli, daha önemli, yetişkin insanlara göründüğünden daha ger­çek bir varoluşla bezenmiş görünürdü". Öyleyse, insan bir kadını arzularken, daha sonraki yaşamında olduğu gibi, o kadının bize vereceği zevki düşünmez, "çünkü insan kendini düşünmez, yalnızca kendinden kaçmayı düşünür [car on ne pense pas a soi, on ne pense qu'a sortir de soi]".
Fotoğraf ile sinemanın olasılıklara açık doğasının, her ikisinin de görme ile bedensel deneyim arasındaki ayrımı pekiştirip bir yandan da bu ayrımı gizli tutmasıyla bir ilişkisi olsa gerek. Sinemaya ilişkin derin kavrayışlı kitabında Stanley Cavell "fotoğraf, bizim dünyadaki yokluğumuzu kabul etmek yoluyla, dünyanın varlığını korur" diyor; daha sonra şu gözlemde bulunuyor: "Bir filmi izlerken, çaresizliğim mekanik olarak kesinlik kazanır: Varlığım, gerçekleşmekte olan ve doğrulamamı gerektiren bir şeye tanıklık etmez, zaten gerçekleşmiş olan bir şeye tanıklık eder."
30 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.