... yolun solunda, yoldan bir üç yüz adım kadar uzaktaki bağın içinde, çevresi alçak bir taş duvarla çevrili, iki selvi ağacının arasında duran Sofu Cemil'in evi önünde kulübeye bağlı köpek de havlamıyordu; havlayamazdı da, çünkü güneş yakıcıydı, bayırın sırtını örten sarı otların içinde öten cırcır böceklerinden başka her yer ve her şey ölüydü, yoksa ölmek üzere miydi desem? Ölmeğe mahkûmdu demek daha doğru olur belki, çünkü aşağıda toprak vardı, güzelim toprak vardı ve yüzünden bu toprağın verimli olduğu da besbelliydi, ama nedense, insan yoktu bu topraklarda, bırakmıştı insanlar bu toprağı, toprak, bir üvey evlât gibi, onları bekliyordu, onlarsa Tübya'yla Salkın Deresi'nin arasındaki kırların gerisinde sıkışmışlardı, sırtlarını bu topraklara çevirmişlerdi, gelmiyorlardı, bakmıyorlardi bu topraklara, kalpleriyle uzanmıyorlardı bu toprağa, yalnız ihtiyaç çıktığı zaman gelip şöyle bir yoklarlardı ve bu toprağın derdini, kaygısını sorup anlamadan çekilip giderlerdi neşesiz, basık evlerine. Topraksa yalnızlıklar içinde sararıp soluyordu, ihtiyarlıktan kurumuş, yüzü buruşuk, göğsü çökük, kemikleri çıkık bir ana gibi yavaş yavaş ölüyordu, çünkü ölmeğe mahkûmdu ve ölecekti elbet.