Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Bir Giriş

Dünya Sistemleri Analizi

Immanuel Wallerstein

Dünya Sistemleri Analizi Gönderileri

Dünya Sistemleri Analizi kitaplarını, Dünya Sistemleri Analizi sözleri ve alıntılarını, Dünya Sistemleri Analizi yazarlarını, Dünya Sistemleri Analizi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Çoğunluğun özgürlüğü, çoğunluğun aktif katılımını gerektirir
Sayfa 154Kitabı okudu
Yarım demokrasi bile kuşkulu
Çoğunluğun özgürlüğü, çoğunluğun aktif katılımını gerektirir. Çoğunluğun kendisini ilgilendiren bilgiye erişimini gerektirir. Halk çoğunluğunun görüşünün yasama kurumlarındaki çoğunluğun görüşü haline gelmesini sağlayan bir tarzı gerektirir. Bu anlamda, modern dünya-sistemde mevcut herhangi bir devletin tam demokratik olduğu kuşkuludur.
Reklam
Dünya-imparatorluk demekle, tüm dünya-sistemde tek bir siyasi otoritenin bulunduğu bir yapıyı kast ediyoruz. Son beş yüzyıl için­ de bu türden bir dünya-imparatorluk yaratmaya yönelik ciddi girişimler oldu. İlki, 16. yüzyılda V. Charles'ın girişimiydi (ve halef­ leri tarafından zayıf'bir şekilde sürdürüldü). İkincisi, 19. yüzyılınbaşında Napoleon'un girişimiydi. Üçüncüsü 20. yüzyılın ortaların­ da Hitler'in girişimiydi. Hepsi de dehşetli girişimlerdi; ama hepsi de yenildi ve hiçbiri hedefine ulaşmayı başaramadı. öte yandan, üç güç, görece kısa dönemler için bile olsa, hegemon­ ya kurmayı başardı. ilki, 17. yüzyılın ortalarında (bugün Hollanda olarak adlandırılan) Birleşik Eyaletler'dir. İkincisi, 19. yüzyılın ortalarında Birleşik Krallık'tır. Ve üçüncüsü, 20. yüzyılın ortaların­ da Birleşik Devletler'dir. Bunlara hegemonik dememizi sağlayan, belirli bir dönem için devletlerarası sistemde oyunun kurallarını belirlemeleri, (üretim, ticaret ve finans alanlarında) dünya-ekonomiye hakim olmaları, askeri açıdan oldukça güçlü olmakla birlikte, siya­ si olarak istediklerini asgari düzeyde askeri güç kullanarak elde edebilmeleri ve dünyayı tartışırken kullanılan kültürel dili düzen­ leyebilmeleridir.
Güçlü devletler arasındaki rekabet ve yarı-çevre ülkelerin statü ve güçlerini yükseltme çabaları, süregiden bir devletler arası rekabet­le sonuçlanır. Bu devletlerarası rekabet, normalde güç dengesi denen bir biçim alır. Burada güç dengesi ile devletlerarası arenada hiçbir devletin istediğini otomatik olarak yapamadığı bir durum kast edilmektedir. Güçlü devletlerin tam da böyle bir gücü elde etme girişiminde bulunmayacağı anlamına gelmez bu. Fakat, dev­letlerin hakimiyetlerini gerçekleştirebilmesinin birbirinden olduk­ça farklı iki yolu vardır. Birincisi, dünya-ekonomiyi bir dünya­ imparatorluk haline dönüştürmektir. ikincisi ise, dünya-sistem içinde hegemonya olarak adlandırılan şeyi elde etmektir.
Sömürgeler dahili olarak egemen devletlerin yerine getirdiği işlev­ lerin aynısını yerine getirdi: Mülkiyet haklarını garanti altına aldı­lar. sınır geçişlerine dair kararlar aldılar, siyasi katılım biçimlerini (genellikle her zaman son derece kısıtlı olarak) düzenlediler, işyer­leriyle ilgili kararları yürürlüğe koydular ve çoğunlukla sömürgede hangi türden üretimlerin yapılacağı ya da tercih edileceğine yöne­lik kararlar aldılar. Ama hiç kuşkusuz bu kararları alan personelin büyük çoğunluğu yerel halktan değil, sömürgeleştiren güç tarafın­dan gönderilen kişilerdi. Sömürge güçleri kendi otorite iddialarını ve mevkilerin "metropoliten" ülkelerden gelen kişilere dağıtılma­sını bir dizi argümanı birleştirerek meşrulaştırıyordu: yerel halkın kültürel olarak aşağı olması ve kifayetsizliğine dair ırkçı argüman­lar ve sömürge yönetiminin icra etmekte olduğu "uygarlaştırıcı" role dair kendini meşrulaştırmayı amaçlayan argümanlar.
Ulusçu temaların devlet lider­ leri tarafından aleni kullanımı devletin zaten güçlü olduğunun kanıtı olarak değil, devleti güçlendirmeye yönelik bir çaba olarak analiz edilmelidir. Tarihsel olarak devletler, ulusçuluk yaratma konusunda üç temel araç kullanmıştır: devlet okulları sistemi, askerlik hizmeti ve kamuya açık resmi törenler. Her üçü de sürek­li kullanılmaktadır.
Reklam
Önemli analiz
Devlet güçsüzleştikçe, ekonomik olarak üretken faaliyetler yoluy­ la elde edilen servet azalır. Bu da sonuç olarak devlet aygıtının kendisini -düşük veya yüksek seviyede hırsızlık ve rüşvet yoluyla­ servet birikiminin başlıca yerlerinden biri, belki de başlıca yeri haline getirir. Güçlü devletlerde bunların olmadığı söylenemez -tabii ki
Sıradaki parça Diktatörlüğü büyüklük sanan gafillere gelsin
Güçlü bir devlet ne demektir? Her ne kadar birçok gözlemcinin sıklıkla kullandığı kriter bu olsa da, merkezi otoritenin keyfiliği veya acımasızlığı kesinlikle gücün gös­ tergesi değildir. Devlet otoritelerinin diktatörce davranışı genelde gücün değil zayıflığın işaretidir. Devletlerin gücü en kullanışlı haliyle şöyle tanımlanır: fiilen uygulanabilecek yasal kararlar alma yeteneği.
Bugün hemen hemen her ülke, yurttaşlarının eşit olduğunu ve egemenliği genel oy hakkı sayesinde uyguladığını iddia eder. Ama biliyoruz ki gerçekte durum pek de böyle değildir. Çoğu ülkede nüfusun sadece bir kısmı tüm yurttaşlık haklarına sahiptir. Çünkü, eğer egemen olan halksa, o zaman kimin halk kategorisine girdiği­ ne karar vermemiz gerekir, ki bunun sonucunda birçok kişi dışla­ nacaktır. Hemen herkese "aşikar" görünen bazı dışlamalar vardır: ülkede sadece ziyaretçi olarak bulunanlar (yabancılar), reşit ola­ mayacak kadar genç olanlar, akli dengesi yerinde olmayanlar. Ama ya kadınlar? Etnik azınlık gruplarına mensup olanlar? Mülksüzler? Suçlu olarak hapsedilenler? "Halk" teriminin istisnalarını sıralama­ ya bir kez başlandığında, liste uzadıkça uzayabilir. içerme amaçlı olarak ortaya atılan "halk" kavramı, daha çok ve hızla bir dışlama kavramı haline gelmiştir.
Fransız Devrimi ... dünya-sistemin jeokültüründe iki temel değişime neden oldu: Değişimi, siyasi değişimi "normal" bir fenomene, eşyanın tabiatında olan ve aslın­da arzulanan bir şey haline getirdi. Aydınlanma düşüncesi açısın­dan merkezi öneme sahip ilerleme kuramının siyasi ifadesiydi bu. Ve ikinci olarak, Fransız Devrimi egemenlik kavramını, monark ya da yasama meclisinden halka doğru yeniden yönlendirdi. Egemen olarak tarifi yapılan halk cini şişeden bir kez çıktığında, bir daha asla geri sokulamamıştır. Egemen halk düşüncesi tüm dünya-sistemin ortak aklı haline gelmiştir.
Reklam
Evrenselcilik pozitif bir normdur. Yani çoğu insan ona inandığını ileri sürer ve neredeyse herkes onun bir erdem olduğunu iddia eder. Irkçılık ve cinsiyetçilik ise tam tersidir. Onlar da normdur. ama negatif normlardır; çünkü çoğu insan onlara inandığını red­deder. Hemen herkes ırkçılık ve cinsiyetçiliğin kötü şeyler olduğu­nu beyan eder, ama yine de onlar normdur. Dahası, birer negatif norm olarak ırkçılık ve cinsiyetçiliğe uyma derecesi, en az erdem­li evrenselcilik normuna uyma derecesi kadar yüksektir; aslında çoğunlukla insanlar evrenselcilik normundan çok daha fazla negatif ırkçılık ve cinsiyetçilik normlarına uyarlar.
Kendi statü grubu kimliğinden -ulusundan, ırkından, dininden, etnisitesinden, cinsellik kodundan- emin olan bir hane­ halkı, üyelerini nasıl sosyalleştireceğini kesin olarak bilir. Kimliği daha az kesin olan, ama yeni de olsa türdeşleştirici bir kimlik yaratmaya çalışan bir hanehalkı da bu konuda oldukça başarılı olabilir. Sürekli olarak bölünmüş bir kimliğe sahip olduğunu açıkça kabul eden bir hanehalkının sosyalleştirme işlevini yerine getir­mesi ise neredeyse imkansız olabilir ve bir grup olarak yaşamayı sürdürmesi güç olabilir.
Giymediğini yoksul komşuya ver
Modern dünya-sistemin ekonomik tarihi, ürünlerin ilk önce yarı­ çevre ülkelere, ardından da çevre ülkelere kaydırılması veya değerinin düşürülmesiyle doludur. Eğer 1800 civarında tekstil muhtemelen merkeze özgü önemli bir üretim süreci idiyse, 2ooo'lere geldiğimizde açıkça en az karlı çevresel üretim süreçlerinden biri­ si haline geldi. ı8oo'lerde bu tekstil ürünleri, esas olarak birkaç ülkede üretiliyordu (özellikle İngiltere ve Kuzeybatı Avrupa'nın başka bazı ülkeleri); 2000'lerde tekstil ürünleri, özellikle ucuz tekstil ürünleri, dünya-sistemin neredeyse her köşesinde üretiliyor.
Ve sadece daha güçlü olan ve daha kıvrak davrana­ bilen hayatta kalır. iflasın ya da daha kuvvetli bir firma tarafından yutulmanın kapitalist işletmelerin günlük ekmeği olduğunu aklı­ mızdan çıkarmamalıyız. Bütün kapitalist girişimcilerin sermaye biriktirme başarısı göstermeleri hiçbir şekilde söz konusu değildir. Eğer hepsi başarılı olursa, muhtemelen her biri çok az sermaye elde edebilecektir. Bu nedenle, firmaların tekrar tekrar "iflas etmesi" sadece zayıf rakipleri ayıklamakla kalmaz, aynı zamanda sermaye birikiminin olmazsa olmaz bir koşuludur. Sermayenin sürekli olarak belirli ellerde yoğunlaşması sürecini açıklayan budur.
Satıcılar her zaman bir tekel olmasını tercih ederler. Çünkü o zaman üretim maliyetleri ile satış fiyatı arasında nispeten geniş bir marj yaratabilirler; böylece yüksek kar oranlarına ulaşabilirler.
76 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.