Şuna inanıyorum: daha iyi bir dünyada, bizde bu melek gibi sabırsız çaba oldukça, daha iyi bir dünyada olanaklar daha iyi yapıtların doğmasını elverişli kılacak. Üzücü olan şu ki, kendilerine bel bağladığım birçok yazar, sonradan gündelik edebiyatın, modanın kurbanı oldu. Bazı yazarların gelişmemelerinin, ya da ancak şöyle böyle gelişebilmelerinin tek sorumlusu, işte bu sıradan edebiyat, gündelik edebiyat, moda edebiyattır. Büyük yazar olmak için yola çıktılar, ama başkalarını öykündüklerinden büyük yazar olamadılar.
Yaşamın yalnızca bir dilimini sunan, sözde bir nesnelliği savunan doğalcılığın (naturalisme) tersine, gerçekçilik bir fikirler edebiyatıdır. Gerçekçilik, doğalcılıktan farklı şeydir, şöyle ki: doğalcılığın yaptığı fotoğraf çekmektir, oysa, gerçekçiliğin işi belli bir anın şipşak fotoğrafını çekmek değildir, gerçekçiliğin işi tiptir, tip yaratmaktır, tipik durumlar içinde ele alınmış tipik insanı yaratmaktır. Doğalcılık, geçen birinin, rastgele birinin, herhangi bir varlığın resmini çeker, oysa gerçekçilik, milyonlarca insanın bileşkesi kahramanı, varlığının coşturucu, eğitici bir değeri olan kişiliği saptar. Gerçekçilik, kahramanın saltanatının başladığı yerde başlar. Bütün bunlar nasıl görmezlikten gelinebilir?
Ayrıntıya kaçmadan, genel çizgiler içinde vurgulamaya çalıştığım şu: destan, falan halka göredir, falan halka göre değildir diye bir şey olamaz. İster destan, ister değil, bir halkın şiiri, derisinin rengine, siyahlığına ya da beyazlığına göre saptanamaz. Bir halkın şiirini, Moğolmuş ya değilmiş, gözlerinin şekli belirlemez. Halkın şiiri, o halkın ulusal kalıntısıdır. Tıpkı o ulusun, değişik yapı biçimlerini bir arada taşıyan ve o ulusun yaptığı anıtlar gibi. Bu toprakların üstünde kelt örenleri de var, galya örenleri de, roma örenleri de, cermen yapıları da var, roma yapıları da, gotik kiliseler de... Bir halkın şiiri insanların kafatası ölçüsünden kaynaklanmaz, şiir kafatası ölçüsüne göre yapılmış bir şapka değildir, ama mevsime göre, koşullara göre bir şapkadır, kışın değişir, yazın değişir, barış çağlarında değişir, savaş çağlarında değişir.
Sanat ciddi bir iştir, temelsiz, dayanaksız, nedensiz bir uğraş değildir. Sanat bir kişinin işi değildir, sanat herkesin işidir. Sanat, rolünü, yalnız sanatçının değil, dünyanın yöneldiği bir yönde oynar.
Görüyorsunuz, ben hiçbir şekilde, Gustave Flaubert'in söylediğini söyleyemem, "Madam Bovary ben'im" diyemem; diyenlere de karşı çıkamam. Konu çok karmaşık. Örneğin, bir gerçeğin romana nasıl girdiğini araştıralım. Les Beaux Quartiers'ye değin küçük bir öykü anlatayım size. Beaux Quartiers'de tüyler ürperten bir bölüm
Zayıf bir yanım mı ağır basıyor bilmem, o bindokuzyüz ellili yıllar korkutmuştur beni hep. Cezayir savaşını alalım ele.. Yüz yıl Fransa'nın sömürgesi olan bu insanlar, Cezayirliler, tümüyle bir yana, kısmen bile Fransızlaşmamak için canlarını dişlerine taktılar. Fransa'nın Cezayir'deki varlığı, harita üstünde kaldı. Müslümanlar
Bence insanlar arasında sanıldığı gibi uçurumlar yok. Aynı enlemlerde, ülkelerde insanlar doğuyor, insanlar ölüyor, yürek her yerde acı çekiyor, insan her yerde seviyor ya da nefret ediyor. Ama, bir başka ülkenin insanı isen, yabancı isen, etki altında kalırsın; bu benzerliği, bu içeriği göremezsin, yabancılık bunları gizler bizden. Ayrımlar yok mu-var elbette; ancak, bu ayrımlar, ortam değişikliğinden doğuyor. Gariptir, bizler, Yirminci Yüzyılın insanları, Fransa'dan İslam ülkelerine hâlâ önyargılarla bakıyoruz; hıristiyanlığın önyargılarıyla, körü körüne, üstünlük duygusuyla. Kimi açıktan açığa söylüyor önyargılarını, kimi susuyor, aynı şeyleri düşünüyor. Uzun zamandan beri, yazarlarımızın çoğu, (hz.)Muhammed'i yalancının, düzenbazın teki, kehanet taslayıcının teki olarak tanıttı. Aynı sözler İsa için de söylenemez mi, oysa içimizde İsa'ya dokunulmazlık tanıdık hep.
Tam oturmamış eylemin, rahat rahat başıma kakılabilecek o tam anlaşılmamış davranışın değerini de anlayabiliyorum. Birkaç sayfayla her şeyin değişebileceğini sanacak kadar safmışım... ama bugün, o saflığı da güzel buluyorum, bir düş gibi güzel. (...)