"Yaşamak bize göre değil," dedi sonra, "her gün denedik, olmadı.."
"Olsun varsın, birlikte öğreniriz, "
"Biraz sabredelim bakalım, sonra zaten hepimiz öleceğiz."
Ama insanlar doğduklarından ötürü yaşarlar, akıldan ve hakikatten ötürü değil; yürekleri çarptıkça onların çaresizliğini işler, böler, kendi de sabır ve emek içinde kendi özünü yitirerek yıkılır gider.
"Ben seni tanımıyorum," diye cevap verdi Çağatayev.
"Tanımazsın, yer gibi yaşıyorsun çünkü, içine giren hemen sonra dışına çıkıyor. Oysa bende her şey birikiyor..."
"Ve yüzümü ona eğip, 'Ne istiyorsun? Orası sıcak, sakin, ben de sinirlenmeyesin diye pek az hareket etmeye çalışıyorum, neden çıkmak istiyorsun içimden?..' diyorum. Ona alıştım, devamlı yanımda bir insanmış gibi yaşıyorum seninle yaşamak istediğim gibi, doğurmaktan korkuyorum; canım yanacağından değil, doğum onunla sonsuza kadar ayrılığın başlangıcı olacak, şimdi tekme vurduğu ayakları anasından ayrılmak için can atacak, hep uzaklara, daha uzaklara gidecek diye; ömrü boyunca, oğlum benden, benim ağlayan gözlerimden tamamen gizlenene kadar...
"İnan, Nazar, yıllar hızla geçiyor, ayrılığa alışırım ben."
"Kötü bir şeye neden alışasın?" dedi Çağatayev; neden herkese inanılmaz gelirdi mutluluk ve insanlar neden birbirlerini sadece kederle baştan çıkarmak amacını güderlerdi, anlayamıyordu.
Çağatayev anlamamış gibi durdu kadının önünde. Kadının acısı değildi ona tuhaf gelen, yalnızlığın kaderinde olduğuna inanmasıydı; oysa Çağatayev onunla evlenmiş, onun kaderini paylaşmıştı. Acısını saklıyordu kadın ve harcamak için de acelesi yoktu. Demek ki insanın idrakinin derinlerinde ve yüreğinin tam ortasında, ömrünün baharındaki canlı, parlak gözleri sevenin kollarında, hatta çocuklarının öpücükleri arasında bile bulanıklaştırabilecek düşman bir kudret vardır.
"Neden gözlerin yaşlı?" diye sordu Vera, memleketine gitmek için ayrılacağı gün Çağatayev'e.
"Anamı hatırladım, küçükken bana nasıl gülümsediğini." "Nasıldı?" Çağatayev zorlandı. "Hatırlamıyorum... Benim için sevinirdi, benim için ağlardı; artık böyle gülümsemiyor insanlar. Mutlu yüzünden dökülürdü gözyaşları."
"Gülçatay!" dedi yüksek sesle.
"Ne var?" diye sordu yanındaki teknolog kız.
"Öylesine," diye açıkladı Çağatayev. "Gülçatay, annem, bir dağ çiçeği. Küçükken, en güzel şeylere benzerlerken öyle derler insanlara..."
Bir daha buraya dönmeyecekti. Buradaki cansız her şeyle gizlice vedalaşıyordu. Günün birinde onlar da dirileceklerdi; ya kendiliklerinden ya da insan aracılığıyla. Avludaki bütün gereksiz şeyleri dolaşmış, eliyle dokunmuştu onlara; bu şeylerin onu hatırlamalarını, sevmelerini istiyordu nedense. Ama inanmıyordu aslında buna. Çocukluk anılarından, tanıdığı bir yeri uzun bir ayrılığın ardından görmenin tuhaf ve kederli olduğunu biliyordu; yüreğinle bağlısındır ona ama o hareketsiz şeyler seni unutmuştur, tanımaz, düpedüz sensiz işlek, mutlu bir hayat yaşamıştır, sense onlara yabancısın, duygularında yapayalnızsın, şimdi acınası, meçhul bir varlık olarak duruyorsun karşılarında.